Erhan Bener'den okuduğum ilk kitap. Baştan sona zorlama ve sıkıntılı bir tempoyla ilerledi roman. Varoluşçulardan etkilenmiş, özenti bir hikaye ve doğal olarak özenti bir karakter. Özenti bir varoluş. Tıpkı bugün çoğumuzun altyazılı diziler vs ile özentili postmodernler olmalarımız gibi.
Başkarakter çirkin ressam Zahit İloğlu üç ay ömrü kaldığını öğrenir. Ölecektir. Düşüncelere sürüklenir. Kısa Avrupa günleri, gençliği, çocukluğu, ilk karısı gelir aklına. Bilinç akışı biraz, iç monolog biraz. Yer yer, özellikle şehveti anlatırken canlanacakmış gibi olan dil, Zahit İloğlu'nun da yakındığı yavanlıktan muzdarip. Büyük eserler yaratmaya göz dikmiş ama büyük maceralara, büyük hesaplaşmalara giremeyecek kadar ortalama bir ruh (benimki de böyle değil mi?) ömrünün sonu ansızın geldiğinde bir iki debeleniyor işte. Hala kendisini kıymetli görmek istiyor ama hamle yapamayacak kadar alışmış uyuşukluğa. Bütün bu söylediklerim bir yere kadar Erhan Bener'i de kapsıyor sanırım.
Baktım da hayat hikayesine, üst sınıf bir ailede gelme, iyi tahsil görmüş, bürokraside yükselmiş bir adam. Yurtdışında görevlerde bulunmuş, genel müdürlükten emekli. Risk almış mı hiç? Büyük hesaplaşmalara cesareti var mıydı? Sanmıyorum. Benim gibi bir ortalama insan. Yine de çok disiplinli ve çalışkan olmalı. Bir sürü eseri var, hemen hepsi de ödüllü. Öykündüğü Fransızlar da iltifat etmişler ona.
Vüsat Bener'in kardeşiymiş. Vüsat abi tam bir yırtıcıdır oysa. İşte kabına sığmaz tuhaf ruh onda var. Vüsat Bener Niagara şelalesiyse Erhan Bener yapay fıskiye. Bilmiyorum ölümünden sonra bir yazarı böyle aşağılamak alçakça bir tavır mı, fakat eserinin sıradanlığı, çünkü ruhunun sıradanlığı açıkça söylenmemeli mi?
Romana dönelim. Çılgın bir son atılım yapmaya kalkacak gibi duran Zahit Bey sonunda pıs pıs eve döner, hiçbir şey yapamaz. Keşke o şekilde de ölseydi. Kendi macerasızlığını romanda kurduğu karakterle aşmaya çalışan Erhan Bener tutup adamcağıza kediyi öldürttü, karısını boğazlatacaktı da az kalsın. Bunlar işte hep özenti. Hep yapay varoluşçuluk. Hüzünlü görünüp kız tavladığımız o pozculuk çağlarımızda ve hep, daima süregiden bir melankoliden, karanlıktan ekmek yeme beleşçilikleri.
O eve girelim şimdi, iki katlı, bahçeli. Duvarlara sinmiş ağırkanlı zamanı hissedelim. Cemrelerin düştüğü, kurbanlıkların alındığı, içinde belki binlerce kez kurufasülye pilav pişmiş bu evi anlayalım. Burada fon müziği yok. Arkadan geçen bir mobilet sesi, uzaklardan bir matkap sesi falan var. Belki o sene meşhur olmuş bir Ferdi Özbeğen. Buraya varoluşçuluk sokmanın alemi yok. Bırakalım Türk gibi ölsün gitsin adamcağız.
Her neyse. Nesnele geçecek olursak, batılı roman tekniklerini iyi takip etmiş Bener, bunları romancılarımızın favori çatışması: doğulu-batılı çatışması içinde bocalayan bir başarısız ressamın hayat muhasebesini vermekte kullanmış. Ortanın biraz üstü bir roman denebilir. İnsana dair samimi bir şey sunmamış, ortalama itiraflar, herkesinki kadar alçak alçaklıklar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder