Daha önce Ellroy'dan Siyah Dahlia ve LA Sırlarını okumuştum. Ve beğenmiştim. Bu kitabını da beğendim. Kitap yine çok hızlı bir ritimle akıyor. Kısa, çarpık cümleler, detaylar, nesneler.
Konu ilginç. Amerikan tarihinin önemli bir bölümünü bize gerçekçi bir biçimde anlatıyor Ellroy. Pek çok filme ve kitaba konu olmuş bir dönem bu. Amerikan rüyasıyla da yakından ilgili. Peki Amerika bizi neden ilgilendiriyor? çünkü İsmet Özel'in dediği gibi bugün ya Türk olacağız, ya da Amerikan. Tüm dünyayı etkisi altına alan küreselleşme, tüketim kültürü ve de doğal olarak amerikanlaşma ile ilgili, ve de buna karşı milli kimliğimizin bizi değişimden koruyacak tek saçak altı oluşuyla ilgili çarpıcı, güzel bir İsmet Özel aforizması.
İsmet abiyi bilemem ama ben çoktan amerikanlaştım. Çoğumuz amerikanlaştık. Teksas Tommiks'ten bu yana süregelen bir dönüşüm bu. Bundan sonra da durur mu, geriye döner mi bilemem. Jön Türkleri etkileyen fransızlaşma dalgasından da güçlü ve yaygın olduğu kesin. Durum böyleyken "madem değişim kaçınılmaz, dilimizi de bırakıp hadi amerikanca konuşalım, kısa yoldan bitirelim şu işi" demek de bir tavır elbette. Bunu diyenler var. Büyük çoğunluk bu konuda düşünmeyi reddederek değişimin fark edilmeksizin, alttan alttan kendi kendine yürümesine izin vermekte buluyor huzuru. Bir kısım insanlar da, solcu, sağcı, islamcı, direnmeye çalışıyor. Burada onurlu bir duruş varsa kendi kültürünü korumaya çalışmakta, yani direnmekte, diye düşünüyorum ben. Fazla açmaya gerek yok. Ama gerçek şu: Amerika'yı bilirsek, Türkiye'yi de daha iyi anlarız.
Sık sık Türkiye için küçük Amerika deniliyor. Ben de böyle düşünüyorum. Gidişatımızı tayin açısından bu benzerlikleri değerlendirmenin faydaları inkar edilemez. En azından bu roman bağlamında.
Kitapta birisi FBI başkanı Hoover'ın ağzından şöyle diyor: "Anti komünizm tuhaf arkadaşlıklara neden olur." Ve bu cümle geliyor, büyüyor, büyüyor, Susurluk mercedesinin fotoğrafına cuk oturuyor. Polis, mafya, siyasetçi. Aman Allah'ım, mizanpaj gibi adeta. Ortak nokta: Anti-komünizm.
İşte Amerikan Tabloid bu tuhaf ilişkilerin, bu işlerdeki tuhaf adamların romanı. Her an değişen taraflar, iktidar hırsları, bağlantılar, ihanetler ve sapıklıklar. Rüşvet, şantaj, cinayet, komplo. Dünyayı anlamak için kritik bilgiler.
Roman nasıl? Başarılı. Malzeme çok fazla, tarihi gerçeklerle kurgu harmanlanmış. Dengeli bir şekilde yayılmış bölümlere. Karakterler sığ olmakla beraber sayıca fazla ve hepsinin rollerine yeteri kadar yer ayrılmış. Sık sık araya girilen dinleme kayıtları, belgeler, gazete kupürleri dinamizm ve belgesel gerçekçilik katıyor kitaba. Odasında oturup bütün kirli sırları merak eden sapık Hughes ve sapık Hoover gibiyiz biz de okur olarak, hadi Ellroy, bize anlatacağın pis dedikoduların yok mu, diyoruz bir bakıma. O da anlatıyor.
Moral değerlerin yok olduğu bir dönemde geçiyor roman. Gerçi Ellroy kitabın başında "Biz hiçbir zaman masum değildik, daha gemide deldirdik zarı," diyor ama en azından Ward Littell kitaba inançlı bir adam olarak başlıyor. Gerçi o da cizvit okulundan ayrılarak ilk temel inanç kırılmasını yaşamış ama en azından hala adalete inanıyor, mafyadan nefret ediyor ve Bobby'ye bağlanmak istiyor. Ve doğal olarak hayal kırıklığına uğruyor. Bırakıyor inançlarını, küpünü doldurmaktan başka bir amacı kalmıyor. Diğer karakterlerin de temel motivasyonları, 1) Hayatta kalmak 2) Para kazanmak 3) Güç-iktidar kazanmak son olarak belki Fransız Pete için duygusallık var. Aşk arıyor Pete ama bilmem söz etmeye değer mi?
Jack Kennedy amerikalıları aldatıyor, birileri de onu aldatıyor ve sonunda öldürüyorlar da. Kimsenin hesap sormaya hakkı yok, herkesin elleri kirli, herkes alçak. Böyle bir dünya. Anlık, küçük sadakatler, duyguların çıkar hesaplarının önüne geçtiği nadir anlar. Belki yalnız üç başkarakter, Pete, Boyd ve Littell için bir tür kardeşlik, erkek dayanışmasından söz edilebilir.
Edebiyat nerede peki? Bilmiyorum doğrusu, bu roman, ahlaki değerlerin yok olduğu, küçük hazların, maddi tutkuların, uyuşturucunun, seksin her şeyi bastırdığı bir dünyanın hikayesi. Bizim dünyamız bu dünya mı? Edep bittiyse edebiyat ta böyle olur, denilebilir. Mesela Anna Karenina'yı düşünelim. Anna kocasını aldatmalı mı? Toplum onu dışlamalı mı? Çocuğuna sevgisi ile aşığına sevgisi arasında bölündü Anna, çıkamıyor oradan ve de büyük 19. yüzyıl romanı doğuyor bu sancılardan. Eğer Anna'nın kocasını aldatıp aldatmamasının ahlaki olarak bir önemi yoksa -ahlak neymiş abi- sadakat, sevgi gibi kavramlar tedavülden kalktıysa, yani insanın manevi boyutu önemli değilse, oradan anladığımız manada büyük çelişkiler, büyük duygular, büyük trajediler çıkabilir mi? Çıkamaz bence. Büyük sancılar yoksa büyük roman da olmaz. Bu romandaki sancılar yumruk ya da kurşun sancıları genelde. İki başkarakter Kennedy'lere karşı döndükleri yerlerde de bir aldatılmışlık sancısı çekiyorlar. Ama çok derinleştirilmiş sancılar değil bunlar. Ne karakterler, ne de yazar bu duyguların üzerinde durmak istiyor. İçki ve uyuşturucu ile bunları geçiştirme yoluna gidiyorlar.
Tabi duygusallıktan bu kaçış hali çağımızın hızlı tüketim toplumuyla çok uyumlu. Durup düşünmek değil, yeni hedeflere odaklanmak tercih ediliyor. Mesela Raymond Chandler bu noktada Ellroy'dan farklı. O da acısını içkiyle yutmayı tercih ediyor ama evine gidiyor, oturup sessizce düşünüyor. Okuyucuya her düşüncesini açmasa da orada sessizce durduğunu, hüzünlendiğini görebiliyoruz. Tempo olarak Ellroy'dan farklı, daha yavaş, daha oturaklı, daha "asil". Bu tempo farkı ahlaki bir farkla elbette yan yana gidiyor. Şöyle ki, Chandler'ın karakteri bir ahlak şövalyesi. Doğruluk ve adalet için savaşıyor. Çıkarları için değil. Bu nedenle Ellroy, Chandler'dan hoşlanmıyor. Onu geri kafalı buluyor muhtemelen.
Temel soru şu: Ahlak var mıdır? Yani iyilik ve adalet için mi çaba harcayacağız yoksa tensel çıkarlarımız için mi? Bu da Dostoyevski'nin şu sözüne bağlanıyor: Dünyadaki en önemli sorun, Allah'ın olup olmadığı sorunudur. Allah'ın olmadığı bir dünyanın Ellroy'un dünyasından farklı olması için bir neden yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder