30 Temmuz 2013 Salı

Linç - Kerim Korcan

Adapazarlı hemşerim (aslında Adapazarlı da değilim ya) Kerim Korcan'ın Tatar Ramazan'ını kütüphaneye iade ettikten sonra İl Özel İdarenin ikinci katındaki romanlar arasında eşelenmeye çıktım. Linç'i de orada gördüm. Aslında aklımda başka kitaplar vardı ama her zamanki dalgınlığımla unutmuşum onları. Linç'i ekşisözlükten birisi okumuş, filmini de çok beğenmiş, öneriyordu yanılmıyorsam. Oradan aklımda kalmış. Okuyayım dedim.

Kitabın girişi müthiş. Görkemli bir şiir gibi açılıyor. Soljenitsin'den aşağı kalmaz. Açlık, sefalet, kader, acı. Sanıyorum kitabın kahramanı Arap Kadir gerçek bir kişi. Yazarın tanıdığı, maceralarını gördüğü bir mahkum. Kerim abi kendisinden de "genç siyasi" diye söz ediyor. Hakikaten mert, adalet peşinde koşan bir insanmış. Hem de insanların çürümeye bırakıldığı o rutubetli zindanda böyle diri ve ahlaklı kalabilmiş.

Kitap dediğim gibi Arap Kadir'i anlatıyor. Kadir'in yetişmesi, ilk gençliği ve kabadayılığa girişi ne fazla övülerek, ne fazla yerilerek, yerinde bir eleştiri dozu ve kavrayıcı tespitlerle anlatılmış. Arkasından hapishane, ona ilk işini yaptıran Feti Bey, onun kişiliğinde dam ağalığı anlatılmış yine.

Sonra uzun bir mücadele var. Arap ile idarenin mücadelesi. İki tarafın hamleleri, Arap'ın pervasız atılışları, firarı, çektiği zulümler. Tüm bu süreçte "genç siyasi" yok edilmek istenen bu adamın yanında duruyor. Ama yanındayken bile objektifliğinden bir şey kaybetmiyor. Bu nasıl bir hassasiyettir, anlamak güç. Soljenitsin'in şu sözü geliyor aklıma: "İyiyle kötüyü ayıran çizgi insanın tam kalbinin ortasından geçer ve onu ikiye böler. Kalbinin yarısını kesip atacak babayiğit nerede?"

İşte Kerim Korcan öyle bir babayiğit sanırım. Kitabın sonunda uzun bir hayat hikayesi var. Onu okumak da bir zevkti.

Edebiyata gelirsek, kitapta tekrar hissi doğuracak kısımlar var. Zaman zaman akışa zarar verebiliyor. Ya da ben hemen sıkılan bir post modern şey haline geldim.

Müdür, başgardiyan, savcı karakterleri gayet güzel çizilmiş. Aslında Korcan'ın paletinde daha karanlık renkler de var, bunu görüyoruz yer yer. Kendi kızına tecavüz eden sapıklar, oğlancılar gibi. Bunları pek anlatmamış. Belki de her şeye rağmen insanlığa ümidini yitirmemek için. Zor bir denge kurmuş Korcan, bir komünist olarak. Hem gerçekçiliğinden dolayı acı tabloyu sunuyor, hem de bunun arka planını analiz ediyor ve ne olursa olsun insan sevgisinden vazgeçmiyor.

Tabi aklıma sık sık Kemal Tahir geldi. Aynı davadan (Donanma davası 1938) içeri girmişler. Belki beraber bulundular, birbirlerinin kitapları hakkında ne düşündüler? Mesafeli durmuşlardır tahmin ediyorum. Kemal Tahir sosyalist hareketten uzak duruyor, Kerim Korcan ise yine partili mücadeleye geri dönmüş, iki sene daha yatmış. Eserleri de böyle. On senelerini geçirdikleri hapishane Kemal Tahir'e acı bir tat vermiş. Kötümser, alaycı, hep çirkinliklere odaklı. Kerim Korcan ise bazı renklerinden fedakarlık etmek pahasına duruşunu korumuş.

Bu da her şey gibi, yine bizimle ilgili. Esasında neden okuyoruz? Kendimizle ilgili bir şey öğrenmek, bir karar vermek için. Bilerek ya da bilmeyerek, az ya da çok. Aradığımız hep bu. Nasıl yapmalı? Böyle yapmalı değil mi? Evet. Evet. Her evet bir kitap. Pekiştirme kitapları.

Dünya nasıl bir yer? İnsanlar iyi midir? Kötüyseler bu şartlardan dolayı mıdır? Nereye kadar? Nasıl? Kemal Tahir mi haklı, Kerim Korcan mı?

Bir de yazı buldum. Linki : http://turkoloji.cu.edu.tr/pdf/soner_akpinar_kerim_korcan_hikaye_roman_hapishane.pdf

26 Temmuz 2013 Cuma

Komutanın Şüpheli Ölümü - Cüneyt Özdemir

Benzerleri arasından tutarlı ve işleyen yapısı, düzgün türkçesi ile sıyrılsa da kulvarı belli bir kitap. Ortamları tasvir ederken, insanların duygularını aktarırken edebi bir dile kaydığı yerlerde zaman zaman beni gülümsetti. 

Önemli bir döneme dair önemli bilgiler veriyor kitap. Okuyucuda merak uyandıracak şekilde olaylar sıralanmış, hoş da olmuş. Keşke şehit pilotlara daha fazla yer verilseymiş, yani insani hikayelerine. En azından birer fotoğrafları konulabilirdi. Özellikle Yüzbaşı Tuğrul Sezginler'e ayıp olmuş. Çünkü bu işin peşini bırakmayan kişi, onun gerçek bir kahraman olan ablası. Kadın yaşadığı şokun üzerine eczacılığı bırakıyor, uçak teknolojisi ve hukuk öğreniyor, asla yılmadan araştırıyor. Bir dedektif romanı gibi. Gerçeği öğrenmek için duyulan tutku. Beni en çok bu çarptı hikayede. Bir de Hanefi Avcı'nın iki sayfalık ifadesi. En çok macera ve komplo orada vardı çünkü. 

Bu kitabın peşinden Saygı Öztürk'ün Ölüm Kuyuları diye bir kitabını okumaya başladım. O da Türkiye'nin karanlıkları hakkında bir gazetecilik kitabı. Ve onu okurken Cüneyt Özdemir'in kıymetini anladım. Çünkü Saygı Öztürk inanılmaz savruk, saçmasapan bir yapıda yazmış kitabını. Allah'ım ilaç için bir editör bulamamış mı? Onu da bitireyim, yazayım.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Viran Dağlar - Necati Cumalı

Necati Cumalı'nın Balkan Savaşları ve sonrasındaki dağılmayı anlattığı bir romanı. Oldukça uzun, 500 sayfa. Lirik ve epik bir anlatımla, uzun uzun anlatmış o toprakları Cumalı. Balkanların son beyi, Goriçka Beyi Zülfikar Bey çevresinde kurmuş hikayesini. Zülfikar Bey gerçek bir kişi, Cumalı'nın da yakın akrabasıymış. Cumalı'nın ailesi daha sonra İzmir Ödemiş'e göçmüşler. Dolayısıyla hikaye yitip giden bir yaşamın, yaşam tarzının hüznünü taşıyor. Ama Yaşar Kemal gibi sulu zırtlak duygusal ve de ölçüsüz abartıcı değil, gayet ağırbaşlı, efendi. Ne savaşların, yıkımların ağıtları kulak tırmalıyor, ne de Zülfikar Bey'in kahramanlıkları karikatürleşecek derecede ballandırılıyor. Karakterler de öyle. Az konuşup çok iş yapıyorlar. Sevgi sözleri de kavga sözleri de kısa ve sade. Kemal Tahir geldi aklıma yer yer, onun dilleriyle düello eden kahramanlarına hiç benzemiyor Cumalı'nın Makedonya insanları. 

Zülfikar Bey'in ailesi, soyu sopu tarihi, yetişmesi, okul yılları, ava çıkışları, kadınlarla münasebetleri, köyleri, köylüleri, uşakları, gayrimüslimlerle ilişkileri, toprakla, dağla kurduğu bağ giderek bize Osmanlı'nın son dönemindeki Makedonya'yı anlatıyor. Sabırla okuduğumuz ölçüde aşina oluyoruz. Selanik'in ve Manastır'ın cafcaflı gece hayatını, ulu ağaçların sükunetini anlıyoruz. 

Romanı genel olarak çok başarılı buldum ve de zevkle okudum. Özellikle sonlara doğru sayfalar akıp gitti. Hele de sonunda gözlerim yaşardı. Çocukken iyi bir hikaye dinlediğim, yüreğimin coşkulandığı anları hatırladım. 

Daha önce yazarın Aylı Bıçak diye bir hikaye kitabını okumuş ve bayılmıştım. O bence daha başarılıydı. Dili ve örgüsü daha yoğun, daha sanatlıydı. Duyguları da daha karmaşık, daha derindi. Bu roman başka bir şey elbette. Yine de en azından bir yüz sayfa kısa yazsaymış kitabı, daha vurucu olabilirmiş bence. Akrabalık ilişkileri fazla detaylı, kadınların sayısı fazla, oralardan kısıp ana karakterlere daha ağırlık verse daha bütünlüklü bir kitap olabilirmiş. Neyse, çok iyi bir kitap, çok iyi bir yazar. Herkese tavsiye ederim. Rumeli Beylerini unutmayalım.

Kedi ve Ölüm - Erhan Bener

Erhan Bener'den okuduğum ilk kitap. Baştan sona zorlama ve sıkıntılı bir tempoyla ilerledi roman. Varoluşçulardan etkilenmiş, özenti bir hikaye ve doğal olarak özenti bir karakter. Özenti bir varoluş. Tıpkı bugün çoğumuzun altyazılı diziler vs ile özentili postmodernler olmalarımız gibi. 

Başkarakter çirkin ressam Zahit İloğlu üç ay ömrü kaldığını öğrenir. Ölecektir. Düşüncelere sürüklenir. Kısa Avrupa günleri, gençliği, çocukluğu, ilk karısı gelir aklına. Bilinç akışı biraz, iç monolog biraz. Yer yer, özellikle şehveti anlatırken canlanacakmış gibi olan dil, Zahit İloğlu'nun da yakındığı yavanlıktan muzdarip. Büyük eserler yaratmaya göz dikmiş ama büyük maceralara, büyük hesaplaşmalara giremeyecek kadar ortalama bir ruh (benimki de böyle değil mi?) ömrünün sonu ansızın geldiğinde bir iki debeleniyor işte. Hala kendisini kıymetli görmek istiyor ama hamle yapamayacak kadar alışmış uyuşukluğa. Bütün bu söylediklerim bir yere kadar Erhan Bener'i de kapsıyor sanırım. 

Baktım da hayat hikayesine, üst sınıf bir ailede gelme, iyi tahsil görmüş, bürokraside yükselmiş bir adam. Yurtdışında görevlerde bulunmuş, genel müdürlükten emekli. Risk almış mı hiç? Büyük hesaplaşmalara cesareti var mıydı? Sanmıyorum. Benim gibi bir ortalama insan. Yine de çok disiplinli ve çalışkan olmalı. Bir sürü eseri var, hemen hepsi de ödüllü. Öykündüğü Fransızlar da iltifat etmişler ona. 

Vüsat Bener'in kardeşiymiş. Vüsat abi tam bir yırtıcıdır oysa. İşte kabına sığmaz tuhaf ruh onda var. Vüsat Bener Niagara şelalesiyse Erhan Bener yapay fıskiye. Bilmiyorum ölümünden sonra bir yazarı böyle aşağılamak alçakça bir tavır mı, fakat eserinin sıradanlığı, çünkü ruhunun sıradanlığı açıkça söylenmemeli mi?

Romana dönelim. Çılgın bir son atılım yapmaya kalkacak gibi duran Zahit Bey sonunda pıs pıs eve döner, hiçbir şey yapamaz. Keşke o şekilde de ölseydi. Kendi macerasızlığını romanda kurduğu karakterle aşmaya çalışan Erhan Bener tutup adamcağıza kediyi öldürttü, karısını boğazlatacaktı da az kalsın. Bunlar işte hep özenti. Hep yapay varoluşçuluk. Hüzünlü görünüp kız tavladığımız o pozculuk çağlarımızda ve hep, daima süregiden bir melankoliden, karanlıktan ekmek yeme beleşçilikleri. 

O eve girelim şimdi, iki katlı, bahçeli. Duvarlara sinmiş ağırkanlı zamanı hissedelim. Cemrelerin düştüğü, kurbanlıkların alındığı, içinde belki binlerce kez kurufasülye pilav pişmiş bu evi anlayalım. Burada fon müziği yok. Arkadan geçen bir mobilet sesi, uzaklardan bir matkap sesi falan var. Belki o sene meşhur olmuş bir Ferdi Özbeğen. Buraya varoluşçuluk sokmanın alemi yok. Bırakalım Türk gibi ölsün gitsin adamcağız. 

Her neyse. Nesnele geçecek olursak, batılı roman tekniklerini iyi takip etmiş Bener, bunları romancılarımızın favori çatışması: doğulu-batılı çatışması içinde bocalayan bir başarısız ressamın hayat muhasebesini vermekte kullanmış. Ortanın biraz üstü bir roman denebilir. İnsana dair samimi bir şey sunmamış, ortalama itiraflar, herkesinki kadar alçak alçaklıklar.

1984 - George Orwell

Oruçlu bir mahmurluk içinde bedenim ama nefsim dimdik ayakta. Bu halde bitirdim seksendört'ü. 

Orwell'in kitabını beğendim. İdeolojileri uzun uzun açtığı kısımlarda - uykusu gelen Julia gibi sığ olduğumdan mı?- sıkıldım ama insanın yaşama dair tutkularını ve bunların katledilmesinin korkunçluğunu betimlerken Orwell bana samimi hisler aktarabildi. Hikaye güzel kurulmuş. Arkasından gelen pek çok distopyaya model olmuştur herhalde. 

Ben Can Yayınlarından Nuran Akgören çevirisiyle okudum. Çok parlak olmasa da iş görür bir çeviriydi. Ama henüz daha ilk sayfada " En iyi zamanlarda bile çalıştığı seyrekti.." cümlesi canımı sıktı. Bu tabi çevirmenin suçu değil, düzeltmenin ve de editörün suçu. "Nadiren çalışırdı" cümlesini bulup oraya yerleştirmek çok zor olmasa gerek. Orwell dil konusunda bu kadar hassas olduğu için anlamlı bu tatsız çeviri. 

Bizim zavallı Türkçe'mizin başından geçenler de yenikonuş'u andırmıyor mu? Kurullar eliyle yıkılıp yapılan bir dil. Dil sakatlandıkça insanlar arası iletişim de zarar görüyor. Mana zarar görüyor. Düşünce zarar görüyor. Ulusal kimliğimiz, bir ulus inşa etmek için gözleri dönmüş bu kuduruklar tarafından baltalanmış en çok. 

Kitaptaki karakterler çok zengin ve derin değil, zaten o şartlarda olmaları da beklenmemeli. Kötülüğün mutlaklığına olan inanç belki de koyu bir şeytan inancından kaynaklanıyor. Ben de bu kanıdayım. Şeytan hep var olacaktır. Ama zafer bizim, ağzı oruç kokan çapsız müminlerin olacak. Umarım. 

Gerçek ile Kurmaca Arasında Torosyan'ın Acayip Hikayesi - Hakan Erdem

Bir süre gündemi meşgul eden Sarkis Torosyan isimli bir osmanlı ermenisinin hatıratı hakkında yazılmış bir kitap. Önce Sarkis'in kitabı özetlenmiş. Şöyle: Sarkis asker oluyor, arkadaşı Muharrem'in paşa babası var, harem var, bacısı var, Çanakkale'de batan bütün gemileri Sarkis batırıyor, Enver Paşa bunu çağırıp gözlerinden öpüyor, bir kaç tüyo alıyor, sonra Romanya, Filistin cepheleri, bu esnada Ermeni katliamları alıp gitmiş, Sarkis'in ebeveynleri de katledilmiştir, Sarkis beşinci kez filan uyanıyor, yeter diyor, artık Osmanlı'yı bitirecektir, arapları örgütlüyor, daha doğrusu örgütlenmiş araplar ille de sen gel, başımıza geç diyerek Sarkis'i transfer ediyorlar, Türkleri kılıçtan geçiriyor Sarkis, Adana'ya gidiyor, Fransızlar için çalışıyor, çetecilik yapıyor, ne numaralar, ne kurnazlıklar, vs, sonunda Amerika'ya gidiyor. 

Müthiş bir rambo hikayesi. Hakan Erdem bu uzun ve yer yer kibirli kitabında salağa anlatır gibi tarihçilik nasıl yapılır anlatıyor. Kitapta geçen tüm somut verileri, yani isimleri, yerleri, olayları, tarihleri tek tek diğer kaynaklarla kıyaslayarak çürütüyor. Ve o kadar çok çürüyen şey var ki. Sarkis Torosyan inanılmaz bir hikaye anlatmış. Kitap bittikten sonra Erdem tahlillerine devam ediyor, Amerikan göçmen kayıtlarından ve nüfus kayıtlarından da araştırmalar yapıyor. Gerçek Sarkis'e ulaşmaya çalışıyor. Birazcık ulaşıyor da. 

Benim zevkle okuduğum bir kitap oldu. Mesele aslında Sarkis Torosyan'ın anlattıkları nereye kadar doğru meselesi değil. Bir yöntem meselesi. Hayata ve gerçeğe ve tarihe bakarken nasıl bir yöntemle ilerlemeliyiz. Erdem'in tutkulu arayışı adeta bir dedektiflik hikayesi. Gerçeğe duyulan inanç, ona ulaşmak için verilen mücadele. İnsanın aklını kullanarak bu yolda ilerleyebildiği kadar ilerlemesi. Tabi tek motivasyon gerçeğe ulaşmak değil, tartıştığın rakibini somut kanıtlarla mat etmenin hazzına ulaşmak da, aynı ölçüde kitabı yazdıran bir unsurdur. 

Hakan Erdem'in dili çok hoş, akıcı, esprili. Ermeni soykırımı gibi son derece hassas bir konu çevresinde dolaşsa da mesafeli, akademik bir yaklaşımdan vazgeçmemiş. Siz de lütfen hemen angaje olmayın, sağduyulu olun, şüpheci olun, akademisyen olun, diyor. Erdem'in başka kitapları karşıma çıkarsa onları da okuyabilirim. 

İnternetten Sarkis Torosyan ile biraz araştırma yaptım. Bu konu tartışılmaya kitap yayınlandıktan sonra da devam etmiş. Taner Akçam Amerikada Sarkis'in torunu ile röportaj yapmış. Kadının anlattıkları bir bakıma Erdem'in tahminlerini doğruluyor aslında. Sorunlu, evde oturan, karısını itip kakan, savaş hikayeleri anlatan bir adammış. Anlattıklarının gerçek olduğunda ısrar ediyor torun. Onu dinleyen Akçam da öyle. Bu da mutlak manada gerçeğe ulaşmanın imkansızlığına dair bir örnek diyelim. İnsan bir noktada bilgi alanından inanç alanına geçmek zorunda kalıyor. 

Bu arada Torosyan'ın hikayesini okumak belki de daha heyecanlı bir deneyim olabilir. Kısa pasajlarda içime bir macera ruhu üflemedi desem yalan olur. Allah rahmet eylesin, ne diyelim.

Tatar Ramazan - Kerim Korcan

Kerim Korcan, Adapazarlı bir saat tamircisinin oğlu. Küçük yaşta çalışmaya başlamış, solculuktan on sene hapis yatmış. Bu kitabındaki hikayeler de, biri dışında, hapishane hikayeleri. Kitaba adını veren Tatar Ramazan uzunca, yüz sayfa kadar, bir hikaye. 

Genel olarak çok beğendim. Bir anlatıyı beğenmek demek, aslında bir yere kadar anlatanı da beğenmek demek. Kitabın üslubu, yazarın üslubu. Yazarın üslubu da onun karakteriyle alakalı bir şey. Övüngen bir adam mıdır yazar? Lafı çok dolaştırır mı, yoksa diyeceğini pattadanak adamın yüzüne söyleyiverir mi? Şakacı mıdır? Duygusallaşır mı? İşte yazarın karakteri, dilinin de karakterine etki ediyor. Kerim ağbi dili tatlı, sohbeti yerinde, garibanın haline acıyan, mert, gerektiğinde sert konuşmasını da bilen bir adam olmalı ki Tatar Ramazan, bu haliyle ortaya çıkmış. Bize insanların yaşadığı bir yerden insan numuneleri anlatıyor Kerim Korcan. İyisi de var içinde, kötüsü de. 

Tatar Ramazan bir sistem eleştirisi olarak okunabilir. En alttakinin sömürüldüğü bir silsile düzeni diyor bu devlet için. Ama bu merhametsiz düzeni eleştirirken İnce Memed gibi bir karakter yaratıp onu evliyalara karıştırmıyor Korcan. Gerçekçi çünkü. Tatar Ramazan dediğimiz de pırlanta gibi bir delikanlı olmasına rağmen sonuçta bir kabadayı. Yapabildiklerinin de sınırı var. Diğer karakterler de bir tezi ispatlamak için ortaya konulmuş karton tipler değil. Ruhları alacalı, gerçek insanlar. 

Korcan'ın yer yer şiirselleşen sade, akıcı bir dili var. Bazı önemli olaylardan önce bir iki paragrafla sözü uzatarak heyecanları tırmandırma yoluna gitmiş. Bu küçük kusuru dışında teknik olarak hikayelerini çok beğendim. En çok, bu karakterleri ete kemiğe büründürecek şekilde onları konuşturduğu yerlerde parlıyor. Müthiş zengin bir halk diliyle yazmış. Deyimler, atasözleri, yerel şiveler. Ayrıca bu kapıdan karakterlerinin zihnine de giriyor. Küçük dümenlerini, siyaset oyunlarını, çıkar hesaplarını ince ince, tek tek görüyoruz. 

Kerim Korcan bir edebi biçim yolcusu olmadığından ve de malzemesi hakkında bu kitabında aşağı yukarı bir fikir verdiğinden diğer kitaplarını çok merak etmiyorum. Karşıma çıkarsa bir iki tane daha okurum tabi. Zevkli bir okumaydı. Yine de küçük çaplı bir yazar diye düşündüm. Çok geniş sahalara yayılmamış, edebi derinliklere inmemiş, bildiği yerlerde gezinmiş. Fakat ne olursa olsun ismi Türk yazarları arasında sayılması gereken, lise öğrencilerine okutulması gereken bir yazar. Gençler Tatar Ramazan'ı hem zevkle okurlar. Türkiye'nin insan kaynağına dair doyurucu bir okuma olur. Tavsiye ediyorum. 

American Tabloid - James Ellroy

Daha önce Ellroy'dan Siyah Dahlia ve LA Sırlarını okumuştum. Ve beğenmiştim. Bu kitabını da beğendim. Kitap yine çok hızlı bir ritimle akıyor. Kısa, çarpık cümleler, detaylar, nesneler.

Konu ilginç. Amerikan tarihinin önemli bir bölümünü bize gerçekçi bir biçimde anlatıyor Ellroy. Pek çok filme ve kitaba konu olmuş bir dönem bu. Amerikan rüyasıyla da yakından ilgili. Peki Amerika bizi neden ilgilendiriyor? çünkü İsmet Özel'in dediği gibi bugün ya Türk olacağız, ya da Amerikan. Tüm dünyayı etkisi altına alan küreselleşme, tüketim kültürü ve de doğal olarak amerikanlaşma ile ilgili, ve de buna karşı milli kimliğimizin bizi değişimden koruyacak tek saçak altı oluşuyla ilgili çarpıcı, güzel bir İsmet Özel aforizması.

İsmet abiyi bilemem ama ben çoktan amerikanlaştım. Çoğumuz amerikanlaştık. Teksas Tommiks'ten bu yana süregelen bir dönüşüm bu. Bundan sonra da durur mu, geriye döner mi bilemem. Jön Türkleri etkileyen fransızlaşma dalgasından da güçlü ve yaygın olduğu kesin. Durum böyleyken "madem değişim kaçınılmaz, dilimizi de bırakıp hadi amerikanca konuşalım, kısa yoldan bitirelim şu işi" demek de bir tavır elbette. Bunu diyenler var. Büyük çoğunluk bu konuda düşünmeyi reddederek değişimin fark edilmeksizin, alttan alttan kendi kendine yürümesine izin vermekte buluyor huzuru. Bir kısım insanlar da, solcu, sağcı, islamcı, direnmeye çalışıyor. Burada onurlu bir duruş varsa kendi kültürünü korumaya çalışmakta, yani direnmekte, diye düşünüyorum ben. Fazla açmaya gerek yok. Ama gerçek şu: Amerika'yı bilirsek, Türkiye'yi de daha iyi anlarız.

Sık sık Türkiye için küçük Amerika deniliyor. Ben de böyle düşünüyorum. Gidişatımızı tayin açısından bu benzerlikleri değerlendirmenin faydaları inkar edilemez. En azından bu roman bağlamında.

Kitapta birisi FBI başkanı Hoover'ın ağzından şöyle diyor: "Anti komünizm tuhaf arkadaşlıklara neden olur." Ve bu cümle geliyor, büyüyor, büyüyor, Susurluk mercedesinin fotoğrafına cuk oturuyor. Polis, mafya, siyasetçi. Aman Allah'ım, mizanpaj gibi adeta. Ortak nokta: Anti-komünizm.

İşte Amerikan Tabloid bu tuhaf ilişkilerin, bu işlerdeki tuhaf adamların romanı. Her an değişen taraflar, iktidar hırsları, bağlantılar, ihanetler ve sapıklıklar. Rüşvet, şantaj, cinayet, komplo. Dünyayı anlamak için kritik bilgiler.

Roman nasıl? Başarılı. Malzeme çok fazla, tarihi gerçeklerle kurgu harmanlanmış. Dengeli bir şekilde yayılmış bölümlere. Karakterler sığ olmakla beraber sayıca fazla ve hepsinin rollerine yeteri kadar yer ayrılmış. Sık sık araya girilen dinleme kayıtları, belgeler, gazete kupürleri dinamizm ve belgesel gerçekçilik katıyor kitaba. Odasında oturup bütün kirli sırları merak eden sapık Hughes ve sapık Hoover gibiyiz biz de okur olarak, hadi Ellroy, bize anlatacağın pis dedikoduların yok mu, diyoruz bir bakıma. O da anlatıyor.

Moral değerlerin yok olduğu bir dönemde geçiyor roman. Gerçi Ellroy kitabın başında "Biz hiçbir zaman masum değildik, daha gemide deldirdik zarı," diyor ama en azından Ward Littell kitaba inançlı bir adam olarak başlıyor. Gerçi o da cizvit okulundan ayrılarak ilk temel inanç kırılmasını yaşamış ama en azından hala adalete inanıyor, mafyadan nefret ediyor ve Bobby'ye bağlanmak istiyor. Ve doğal olarak hayal kırıklığına uğruyor. Bırakıyor inançlarını, küpünü doldurmaktan başka bir amacı kalmıyor. Diğer karakterlerin de temel motivasyonları, 1) Hayatta kalmak 2) Para kazanmak 3) Güç-iktidar kazanmak son olarak belki Fransız Pete için duygusallık var. Aşk arıyor Pete ama bilmem söz etmeye değer mi?

Jack Kennedy amerikalıları aldatıyor, birileri de onu aldatıyor ve sonunda öldürüyorlar da. Kimsenin hesap sormaya hakkı yok, herkesin elleri kirli, herkes alçak. Böyle bir dünya. Anlık, küçük sadakatler, duyguların çıkar hesaplarının önüne geçtiği nadir anlar. Belki yalnız üç başkarakter, Pete, Boyd ve Littell için bir tür kardeşlik, erkek dayanışmasından söz edilebilir.

Edebiyat nerede peki? Bilmiyorum doğrusu, bu roman, ahlaki değerlerin yok olduğu, küçük hazların, maddi tutkuların, uyuşturucunun, seksin her şeyi bastırdığı bir dünyanın hikayesi. Bizim dünyamız bu dünya mı? Edep bittiyse edebiyat ta böyle olur, denilebilir. Mesela Anna Karenina'yı düşünelim. Anna kocasını aldatmalı mı? Toplum onu dışlamalı mı? Çocuğuna sevgisi ile aşığına sevgisi arasında bölündü Anna, çıkamıyor oradan ve de büyük 19. yüzyıl romanı doğuyor bu sancılardan. Eğer Anna'nın kocasını aldatıp aldatmamasının ahlaki olarak bir önemi yoksa -ahlak neymiş abi- sadakat, sevgi gibi kavramlar tedavülden kalktıysa, yani insanın manevi boyutu önemli değilse, oradan anladığımız manada büyük çelişkiler, büyük duygular, büyük trajediler çıkabilir mi? Çıkamaz bence. Büyük sancılar yoksa büyük roman da olmaz. Bu romandaki sancılar yumruk ya da kurşun sancıları genelde. İki başkarakter Kennedy'lere karşı döndükleri yerlerde de bir aldatılmışlık sancısı çekiyorlar. Ama çok derinleştirilmiş sancılar değil bunlar. Ne karakterler, ne de yazar bu duyguların üzerinde durmak istiyor. İçki ve uyuşturucu ile bunları geçiştirme yoluna gidiyorlar.

Tabi duygusallıktan bu kaçış hali çağımızın hızlı tüketim toplumuyla çok uyumlu. Durup düşünmek değil, yeni hedeflere odaklanmak tercih ediliyor. Mesela Raymond Chandler bu noktada Ellroy'dan farklı. O da acısını içkiyle yutmayı tercih ediyor ama evine gidiyor, oturup sessizce düşünüyor. Okuyucuya her düşüncesini açmasa da orada sessizce durduğunu, hüzünlendiğini görebiliyoruz. Tempo olarak Ellroy'dan farklı, daha yavaş, daha oturaklı, daha "asil". Bu tempo farkı ahlaki bir farkla elbette yan yana gidiyor. Şöyle ki, Chandler'ın karakteri bir ahlak şövalyesi. Doğruluk ve adalet için savaşıyor. Çıkarları için değil. Bu nedenle Ellroy, Chandler'dan hoşlanmıyor. Onu geri kafalı buluyor muhtemelen.

Temel soru şu: Ahlak var mıdır? Yani iyilik ve adalet için mi çaba harcayacağız yoksa tensel çıkarlarımız için mi? Bu da Dostoyevski'nin şu sözüne bağlanıyor: Dünyadaki en önemli sorun, Allah'ın olup olmadığı sorunudur. Allah'ın olmadığı bir dünyanın Ellroy'un dünyasından farklı olması için bir neden yok.