kötü bir kitap değil, iyi de denebilir ama murakami'nin en iyilerinden diyemeyiz. kitap yazmak yemek yapmaya benzetilebilirse -kim bize engel olacak, benzettik bile- bu kitapta bazı şeylerin çoğaltılıp bazı şeylerin azaltılmasıyla lezzet arttırılabilir diye düşünüyorum. hani tuzu eksiktir, baharatı fazladır, gibi. (murakami de işte böyle laklakçı bir adam, onu taklit ediyorum.)
murakaminin raymond carver, raymond chandler ve hemingway gibi amerikalılardan ne kadar etkilendiği malum. sert, yalnız, suskun adam, gizemli işlerin içine giriyor. erkeksi laflar ediyor. kaba ve bencil görüntünün altında duygusal hatta kırılgan bir kalbi var. çok şey görmüş, geçirmiş. çok gerekmedikçe bu damıtılmış bilgeliğini konuşturmuyor ama bazen o sert yüreği yarılıyor ve ortaya inci gibi aforizmalar dökülüyor.
özellikle kitabın sonu bana raymond carver'ın katedralini hatırlattı. bu gizem, yaratılıp dünyaya fırlatılmış olmanın getirdiği bu acı dolu mutluluk duygusu. falan filan.
hacime'nin ve de özellikle şimamato'nun coolluk katsayısı biraz düşürülse daha iyi olurmuş. fazla aforizma yüklüler. fazla kasıntı geliyorlar.
cinselliğin betimlendiği sahneler biraz garip olmuş. naturel ile erotik arasında kararsız. tabu yıkıcam derken tuhaf.
hacime'nin karısı ve kızlarıyla ilişkisi biraz yüzeysel geçilmiş. zülfü yare değmemek için olsa gerek.
onun dışında tekrar bir karıştırdım da kitap çok hoş. neden? ana omurgası dosdoğru da ondan. aristo'nun poetikasında buyurduğu gibi, kurgu her şeydir. karakter ancak ikinci planda kalmalıdır.
tek çocuk olarak doğan ve bencil, yalnız ve mutsuz olmayı kültürel bir kader olarak alınyazısında taşıyan iki çocuğun (birisi üstelik topal) hikayesi güzelce girilip, geliştirilip, ayrılmış ve tekrar birleştirilmiş. iki kişi sever, kavuşamazsa aşk olur hesabı.
tabi bir de murakami'nin cazibesinin yarısını borçlu olduğu şeyi anmadan geçmeyelim: cool bir yaşam tarzı. arkaya döşediği müzikler, marka kıyafetler, sabah sporla başlayan, akşam jazz barda kokteyl yudumlayarak bitirilen bir günlük program. ismet özel hariç herkesin arzuladığı bir amerikan yaşam tarzı. amerikan kültürel hegemonyasını samimiyetle benimseyerek bunu üretici bir zemine dönüştürmesi herhalde onun en büyük başarısı. çünkü bir sanat eseri bütünlüklü bir dünya arayışıdır. bir dünya kurarken onu a'dan z'ye döşemen, donatman gerekir. bu karakterin dünya görüşü ne, ne yer ne içer, ne giyer, ne dinler, hangi arabaya biner, aşktan anladığı ne, nasıl sevişir falan filan. böyle bütünlüklü, dört başı mamur bir dünyayı benimseyerek onun üzerinde eser bina edilince, çok daha tutarlı çalışabilirsin. bizim edebiyatımızı kaplayan doğu-batı çatışmasının, yazarları ne kadar yorduğunu, başka şeylere yoğunlaşmalarına nasıl da mani olduğunu bu kitabı okurken bir kez daha düşündüm.
ve süleyman seyfi öğün hocamın asimile olmanın güzellikleriyle ilgili sözlerini hatırladım. asimile olmak, başka büyük bir karışımın içine kendimizi de dahil ederek erimek, kendimiz olarak kalmakta inat etmeye nazaran daha sahici, daha samimi, daha "doğal" sonuçlar üretiyor olamaz mı?
bu yoldan gidersek, büyük romancımız orhan pamuk efendi acaba doğuyu mıncıklamaktan, tekrar tekrar yamayıp pazara çıkarmaktan vazgeçip bir amerikalı olduğunu kabul etse ve kendi bencil hikayelerini bencilce yazsa daha başarılı olur muydu? belki nobel alamazdı ama en azından murakami gibi biraz müzik zevki, biraz yaşam zevki edinebilirdi herhalde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder