kötü bir kitap değil, iyi de denebilir ama murakami'nin en iyilerinden diyemeyiz. kitap yazmak yemek yapmaya benzetilebilirse -kim bize engel olacak, benzettik bile- bu kitapta bazı şeylerin çoğaltılıp bazı şeylerin azaltılmasıyla lezzet arttırılabilir diye düşünüyorum. hani tuzu eksiktir, baharatı fazladır, gibi. (murakami de işte böyle laklakçı bir adam, onu taklit ediyorum.)
murakaminin raymond carver, raymond chandler ve hemingway gibi amerikalılardan ne kadar etkilendiği malum. sert, yalnız, suskun adam, gizemli işlerin içine giriyor. erkeksi laflar ediyor. kaba ve bencil görüntünün altında duygusal hatta kırılgan bir kalbi var. çok şey görmüş, geçirmiş. çok gerekmedikçe bu damıtılmış bilgeliğini konuşturmuyor ama bazen o sert yüreği yarılıyor ve ortaya inci gibi aforizmalar dökülüyor.
özellikle kitabın sonu bana raymond carver'ın katedralini hatırlattı. bu gizem, yaratılıp dünyaya fırlatılmış olmanın getirdiği bu acı dolu mutluluk duygusu. falan filan.
hacime'nin ve de özellikle şimamato'nun coolluk katsayısı biraz düşürülse daha iyi olurmuş. fazla aforizma yüklüler. fazla kasıntı geliyorlar.
cinselliğin betimlendiği sahneler biraz garip olmuş. naturel ile erotik arasında kararsız. tabu yıkıcam derken tuhaf.
hacime'nin karısı ve kızlarıyla ilişkisi biraz yüzeysel geçilmiş. zülfü yare değmemek için olsa gerek.
onun dışında tekrar bir karıştırdım da kitap çok hoş. neden? ana omurgası dosdoğru da ondan. aristo'nun poetikasında buyurduğu gibi, kurgu her şeydir. karakter ancak ikinci planda kalmalıdır.
tek çocuk olarak doğan ve bencil, yalnız ve mutsuz olmayı kültürel bir kader olarak alınyazısında taşıyan iki çocuğun (birisi üstelik topal) hikayesi güzelce girilip, geliştirilip, ayrılmış ve tekrar birleştirilmiş. iki kişi sever, kavuşamazsa aşk olur hesabı.
tabi bir de murakami'nin cazibesinin yarısını borçlu olduğu şeyi anmadan geçmeyelim: cool bir yaşam tarzı. arkaya döşediği müzikler, marka kıyafetler, sabah sporla başlayan, akşam jazz barda kokteyl yudumlayarak bitirilen bir günlük program. ismet özel hariç herkesin arzuladığı bir amerikan yaşam tarzı. amerikan kültürel hegemonyasını samimiyetle benimseyerek bunu üretici bir zemine dönüştürmesi herhalde onun en büyük başarısı. çünkü bir sanat eseri bütünlüklü bir dünya arayışıdır. bir dünya kurarken onu a'dan z'ye döşemen, donatman gerekir. bu karakterin dünya görüşü ne, ne yer ne içer, ne giyer, ne dinler, hangi arabaya biner, aşktan anladığı ne, nasıl sevişir falan filan. böyle bütünlüklü, dört başı mamur bir dünyayı benimseyerek onun üzerinde eser bina edilince, çok daha tutarlı çalışabilirsin. bizim edebiyatımızı kaplayan doğu-batı çatışmasının, yazarları ne kadar yorduğunu, başka şeylere yoğunlaşmalarına nasıl da mani olduğunu bu kitabı okurken bir kez daha düşündüm.
ve süleyman seyfi öğün hocamın asimile olmanın güzellikleriyle ilgili sözlerini hatırladım. asimile olmak, başka büyük bir karışımın içine kendimizi de dahil ederek erimek, kendimiz olarak kalmakta inat etmeye nazaran daha sahici, daha samimi, daha "doğal" sonuçlar üretiyor olamaz mı?
bu yoldan gidersek, büyük romancımız orhan pamuk efendi acaba doğuyu mıncıklamaktan, tekrar tekrar yamayıp pazara çıkarmaktan vazgeçip bir amerikalı olduğunu kabul etse ve kendi bencil hikayelerini bencilce yazsa daha başarılı olur muydu? belki nobel alamazdı ama en azından murakami gibi biraz müzik zevki, biraz yaşam zevki edinebilirdi herhalde.
24 Kasım 2019 Pazar
ripley su altında - patricia highsmith
ripley serisinin son kitabı. 1991'de yayınlanmış. sayın highsmith ise 1995'te öldüğüne göre başka bir ripley yazılmayacak. böyle bir serinin sona ermesi çok hüzünlü geldi bana. ripleyciliğin sonu. her şey sona ermiyor mu? roma imparatorluğu yıkılmadı mı? yine de üzücü.
özellikle bu kitabı aristokrasinin son direnme çabaları olarak okudum. aristokratlar bayrağı düşürünce, yüksek kültür ve yaşam standartlarını korumak, ripley gibi sıradışı muhafazakarlara kalıyor, onlar tutuyor cepheyi. sanki.
neyse. çok beğendim kitabı. kendi ripley dünyasında elbette. başımdan buna benzer bir komşu geçimsizliği vakası geçtiği için -tabi ben kimseyi öldürmedim ama öldürmeyi istedim kesinlikle- bu tatlı tatlı uzatılan gerilim sinirlerimi gıdıkladı, bana sado-mazo hazlar tattırdı.
bir çeşit tuhafların/devlerin savaşını okuduk bu kitapta. iki garip insan. ama birisi yıkıcı, birisi yapıcı.
bu serinin neden bu kadar popüler olduğunu düşünüyorum. çok mükemmel bir kurgu da yok, dil de. ağır edebiyat sayılmaz. hafif edebiyata gelince, bundan çok daha kanlı, heyecanlı, akıcı, merak uyandırıcı kitaplar vardır mutlaka. düzinelerce. ama bu seri rafine yaşam arzulayan, azgın azınlığa hitap ediyor galiba. paris taşrasında bir taş ev, geniş bir meyve bahçesi, çiçek dolu bir sera. usta bir aşçı ve sadık bir hizmetkar. kuğu gibi süzülen, can sıkıcı sorular sormayan bir eş. garajda üç araba. aşağıda şarap dolu bir mahzen. yeterince mesafeli, kültürlü komşular. dev bahçıvan henri. londra'ya zaman zaman düzenlenen sanat gezileri, resimler, galeriler, şık sohbetler. sonra eve, meşe döşemelerin tanıdık kokusuna geri dönmenin yürek okşayan duygusallığı. bir roma konsülü de bu çeşit hazlarla çevrelenmiş olarak yaşıyordu muhtemelen.
bu bir fantazi mi? beynimize ekilen tektip bir yutturmaca mı? yoksa icat edilmesine gerek olmayan evrensel bir doğru mu? ege'de bir taş ev, zeytinlerin arasında. serin akşamlarda verandaya oturup şarap içmek falan. eski yunan düşleri belki de nesilden nesile toplumsal bilinçaltına işlemiştir. emeklilik yaklaştıkça insanın dün ne yediğini zar zor hatırlarken çocukluğuna dair hatıraları canlanır derler ya, belki de bizim bir topluluk olarak çocukluğumuz olan eski grek medeniyet günlerine dair hatıralarımız bizi ege'ye çekiyor. :)
özellikle bu kitabı aristokrasinin son direnme çabaları olarak okudum. aristokratlar bayrağı düşürünce, yüksek kültür ve yaşam standartlarını korumak, ripley gibi sıradışı muhafazakarlara kalıyor, onlar tutuyor cepheyi. sanki.
neyse. çok beğendim kitabı. kendi ripley dünyasında elbette. başımdan buna benzer bir komşu geçimsizliği vakası geçtiği için -tabi ben kimseyi öldürmedim ama öldürmeyi istedim kesinlikle- bu tatlı tatlı uzatılan gerilim sinirlerimi gıdıkladı, bana sado-mazo hazlar tattırdı.
bir çeşit tuhafların/devlerin savaşını okuduk bu kitapta. iki garip insan. ama birisi yıkıcı, birisi yapıcı.
bu serinin neden bu kadar popüler olduğunu düşünüyorum. çok mükemmel bir kurgu da yok, dil de. ağır edebiyat sayılmaz. hafif edebiyata gelince, bundan çok daha kanlı, heyecanlı, akıcı, merak uyandırıcı kitaplar vardır mutlaka. düzinelerce. ama bu seri rafine yaşam arzulayan, azgın azınlığa hitap ediyor galiba. paris taşrasında bir taş ev, geniş bir meyve bahçesi, çiçek dolu bir sera. usta bir aşçı ve sadık bir hizmetkar. kuğu gibi süzülen, can sıkıcı sorular sormayan bir eş. garajda üç araba. aşağıda şarap dolu bir mahzen. yeterince mesafeli, kültürlü komşular. dev bahçıvan henri. londra'ya zaman zaman düzenlenen sanat gezileri, resimler, galeriler, şık sohbetler. sonra eve, meşe döşemelerin tanıdık kokusuna geri dönmenin yürek okşayan duygusallığı. bir roma konsülü de bu çeşit hazlarla çevrelenmiş olarak yaşıyordu muhtemelen.
bu bir fantazi mi? beynimize ekilen tektip bir yutturmaca mı? yoksa icat edilmesine gerek olmayan evrensel bir doğru mu? ege'de bir taş ev, zeytinlerin arasında. serin akşamlarda verandaya oturup şarap içmek falan. eski yunan düşleri belki de nesilden nesile toplumsal bilinçaltına işlemiştir. emeklilik yaklaştıkça insanın dün ne yediğini zar zor hatırlarken çocukluğuna dair hatıraları canlanır derler ya, belki de bizim bir topluluk olarak çocukluğumuz olan eski grek medeniyet günlerine dair hatıralarımız bizi ege'ye çekiyor. :)
romantik sürgünler - edward hallett carr
harika bir kitap. roman gibi akıyor ama roman değil, hayatı roman tadında yaşayan romantiklerin gerçek öyküleri.
herzen diye bir zatı muhteremin (bkz: aleksandr herzen) ailesi ve çevresi etrafındaki hikayeleri anlatmış bize iki gözüm carr. kendisi biliyorsunuz büyük bir tarihçidir. dostoyevski biyografisi de enfesti, doyamamıştım. bu herzen, zengin bir rus ve ilerici, devrimci bir adam. bir şekilde avrupaya kaçmak zorunda kalıyor ve ömrü orada nihayete eriyor. hem çıkardığı çan dergisiyle hem de yakın çevresine doluşan, bir kısmını maddi manevi himaye ettiği o çağın devrimci tipleriyle, bize mükemmel bir 19. yy romantik dönem panoraması sunuyor.
kitabın adı zaten romantizmin altını çiziyor. bize magazinel yanlarıyla ballı şerbetli gelen o üçlü aşk ilişkileri falan feşmekan, temelinde devrimci romantizm düşüncelerinin olduğu, ya da en azından romantik ideolojiyle izah edilen şeyler. geçmişin köhne değerlerini yıkıp yerine hakiki sevgiyi, doğruyu koyacağız falan deyince eh böyle aldatmalar, itiraflar, kabulleniş ve reddedişler de ortaya çıkıyor.
evliliğin sahiplenici bencilliğini kırmak için ne uğraşlar veriyor bu tontişler ama insan doğasını değiştirmek kolay mı? hadi özcülük yapmayalım, doğası demeyelim de alışkanlıkları, görenekleri diyelim.
neyse, bence ilginç ve hadi şaşırtıcı diyelim, başka bir nokta da bu ciddi fikir adamlarının zihinsel temellerinde george sand gibi romantik edebiyatçıların ne büyük payları olduğunu görmek oldu. flaubert reisin madam bovary'si gibi aşk öykülerini okuyarak kezbanize olan, manyak, histerik kadıncağızlar. o çağın aydın kadınlarında böylesi sık histerik tiplerin çıkması tabii ki tesadüf değil. aile değerleriyle devrimci açılımların çatışması kadınları daha çok arafta bırakmıştı mutlaka. üstelik ilericilik adına kendi mizaç ve eğilimlerini başkalarıyla değiş tokuş etmek için kendilerine ne işkenceler yaptılar, uçlardan uçlara ne çok savruldu garipler. hem erkek gibi olmaya çalışıp hem de erkekler tarafından sahnenin gerisinde bırakıldılar. büyük bir kazık.
neyse, herzen fena adam değil, kahır çekmiş ömrünce. bakunin falan gibi devrimciler ise evden içeri sokulmayacak kımıl zararlıları. şebelek tipler.
herzen diye bir zatı muhteremin (bkz: aleksandr herzen) ailesi ve çevresi etrafındaki hikayeleri anlatmış bize iki gözüm carr. kendisi biliyorsunuz büyük bir tarihçidir. dostoyevski biyografisi de enfesti, doyamamıştım. bu herzen, zengin bir rus ve ilerici, devrimci bir adam. bir şekilde avrupaya kaçmak zorunda kalıyor ve ömrü orada nihayete eriyor. hem çıkardığı çan dergisiyle hem de yakın çevresine doluşan, bir kısmını maddi manevi himaye ettiği o çağın devrimci tipleriyle, bize mükemmel bir 19. yy romantik dönem panoraması sunuyor.
kitabın adı zaten romantizmin altını çiziyor. bize magazinel yanlarıyla ballı şerbetli gelen o üçlü aşk ilişkileri falan feşmekan, temelinde devrimci romantizm düşüncelerinin olduğu, ya da en azından romantik ideolojiyle izah edilen şeyler. geçmişin köhne değerlerini yıkıp yerine hakiki sevgiyi, doğruyu koyacağız falan deyince eh böyle aldatmalar, itiraflar, kabulleniş ve reddedişler de ortaya çıkıyor.
evliliğin sahiplenici bencilliğini kırmak için ne uğraşlar veriyor bu tontişler ama insan doğasını değiştirmek kolay mı? hadi özcülük yapmayalım, doğası demeyelim de alışkanlıkları, görenekleri diyelim.
neyse, bence ilginç ve hadi şaşırtıcı diyelim, başka bir nokta da bu ciddi fikir adamlarının zihinsel temellerinde george sand gibi romantik edebiyatçıların ne büyük payları olduğunu görmek oldu. flaubert reisin madam bovary'si gibi aşk öykülerini okuyarak kezbanize olan, manyak, histerik kadıncağızlar. o çağın aydın kadınlarında böylesi sık histerik tiplerin çıkması tabii ki tesadüf değil. aile değerleriyle devrimci açılımların çatışması kadınları daha çok arafta bırakmıştı mutlaka. üstelik ilericilik adına kendi mizaç ve eğilimlerini başkalarıyla değiş tokuş etmek için kendilerine ne işkenceler yaptılar, uçlardan uçlara ne çok savruldu garipler. hem erkek gibi olmaya çalışıp hem de erkekler tarafından sahnenin gerisinde bırakıldılar. büyük bir kazık.
neyse, herzen fena adam değil, kahır çekmiş ömrünce. bakunin falan gibi devrimciler ise evden içeri sokulmayacak kımıl zararlıları. şebelek tipler.
bir psikiyatristin gizli defteri - gary small
kendi türü için gayet iyi yazılmış ve başarılı bir kitap. bir bestseller olarak tasarlandığı için elbette ağır edebi bir dil beklememek gerek. akıcı, kaçınılmaz olarak biraz sığ ama tüm bunlara karşın ana damarlara yeterince dokunmuş bir kitap.
kitabın başarılı olmasında (50 baskı falan yapmış) ismi de önemli tabii de, içeriğinin çok ustaca düzenlenmiş olması en önemlisi bence. bir yanıyla bir biyografi kitap. gary small'ın kariyerini anlatıyor. çıraklıktan ustalığa. gençlikten yaşlılığa. bekarlıktan evliliğe. diğer yandan bir kişisel gelişim hikayesi. kariyeri boyunca yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlar, bunlarla başa çıkma yöntemleri, bocalamaları ve her seferinde bir adım ileri gitmesi. güzel bir motivasyon hikayesi yani. işine odaklanmış ve çok çalışan, azimli bir adam. diğer yandan o da bir insan ve yalnızlık, güvensizlik gibi duygularla mücadele ediyor. kız arkadaşları oluyor, evleniyor. baba oluyor. çocuklarının sorunları oluyor.
ve de elbette kitabı parça parça ilerleten asıl kısım, psikoloji vakaları. her vaka bir şeyi örneklemek üzere seçilmiş. small'un bunlara yaklaşımı, insan olarak kendisine dair gözlemleri, bu hastalara nasıl reaksiyon verdiği, çözdüğü ve çözemediği sorunlar vs.
kitabın adına aldananlar her bölümde uzaylılarla çiftleşen sapıklar, öz babasının şah damarını dişleriyle parçalayan manyaklar falan bekliyordu sanırım. zira bugün insanların şaşırma eşikleri çok yükseldi. hemen her gün gezegendeki en nadide manyaklıkları neredeyse canlı olarak izliyoruz ve bir sürü tuhaflığı kanıksadık. ama gary small, ismiyle müsemma, mütevazı bir adam. böbürlenmekten hoşlanmıyor, sansasyon peşinde de değil. insanın temel dinamiklerine, sorunlarına değinecek, muhtemelen genç meslektaşlarına bir şeyler öğretecek vakalar seçmiş. yani vakalar bana göre gayet ilginç ve sıradışı ama büyük ilginçlik beklentileri olanları kesmeyebilir.
psikolojiden hiç anlamayan ve uzun süre psikoloğa giden insanları küçümseyen biri olarak small bana son derece güvenilir geldi. hiçbir metoda körü körüne bağlı değil, tüm olasılıklara kapıyı açık bırakıyor. ilaç da kullanıyor, çocukluğa da iniyor, kan testlerine de bakıyor. tabii en önem verdiği şey bol bol konuşmak, daha doğrusu konuşturmak. yani psikanaliz. insanın nihayetinde çok da karmaşık bir canlı olmadığına ve özümüzün her yerde ve her zaman aşağı yukarı benzer olduğuna inandığım için hastaların hikayelerine kolayca girdim, hepsini anladığımı hissettim.
güvensizliklerimiz, anne baba ilişkilerimiz, korkularımız, aşamadığımız küçücük duvarlar, gerçek benliğimizle yüzleşmekteki isteksizliğimiz, hepsi çok tanıdık, çok evrensel. yine de bunları okumak çok hoşuma gitti. çekirdek çitler gibi hızlıca okudum attım. edebi bir lezzet ya da ilham almadıysam da insana dair bir aydınlanma için, belki kendimize dair bir aydınlanma için bazılarımıza faydalı olabilir.
kitabın başarılı olmasında (50 baskı falan yapmış) ismi de önemli tabii de, içeriğinin çok ustaca düzenlenmiş olması en önemlisi bence. bir yanıyla bir biyografi kitap. gary small'ın kariyerini anlatıyor. çıraklıktan ustalığa. gençlikten yaşlılığa. bekarlıktan evliliğe. diğer yandan bir kişisel gelişim hikayesi. kariyeri boyunca yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlar, bunlarla başa çıkma yöntemleri, bocalamaları ve her seferinde bir adım ileri gitmesi. güzel bir motivasyon hikayesi yani. işine odaklanmış ve çok çalışan, azimli bir adam. diğer yandan o da bir insan ve yalnızlık, güvensizlik gibi duygularla mücadele ediyor. kız arkadaşları oluyor, evleniyor. baba oluyor. çocuklarının sorunları oluyor.
ve de elbette kitabı parça parça ilerleten asıl kısım, psikoloji vakaları. her vaka bir şeyi örneklemek üzere seçilmiş. small'un bunlara yaklaşımı, insan olarak kendisine dair gözlemleri, bu hastalara nasıl reaksiyon verdiği, çözdüğü ve çözemediği sorunlar vs.
kitabın adına aldananlar her bölümde uzaylılarla çiftleşen sapıklar, öz babasının şah damarını dişleriyle parçalayan manyaklar falan bekliyordu sanırım. zira bugün insanların şaşırma eşikleri çok yükseldi. hemen her gün gezegendeki en nadide manyaklıkları neredeyse canlı olarak izliyoruz ve bir sürü tuhaflığı kanıksadık. ama gary small, ismiyle müsemma, mütevazı bir adam. böbürlenmekten hoşlanmıyor, sansasyon peşinde de değil. insanın temel dinamiklerine, sorunlarına değinecek, muhtemelen genç meslektaşlarına bir şeyler öğretecek vakalar seçmiş. yani vakalar bana göre gayet ilginç ve sıradışı ama büyük ilginçlik beklentileri olanları kesmeyebilir.
psikolojiden hiç anlamayan ve uzun süre psikoloğa giden insanları küçümseyen biri olarak small bana son derece güvenilir geldi. hiçbir metoda körü körüne bağlı değil, tüm olasılıklara kapıyı açık bırakıyor. ilaç da kullanıyor, çocukluğa da iniyor, kan testlerine de bakıyor. tabii en önem verdiği şey bol bol konuşmak, daha doğrusu konuşturmak. yani psikanaliz. insanın nihayetinde çok da karmaşık bir canlı olmadığına ve özümüzün her yerde ve her zaman aşağı yukarı benzer olduğuna inandığım için hastaların hikayelerine kolayca girdim, hepsini anladığımı hissettim.
güvensizliklerimiz, anne baba ilişkilerimiz, korkularımız, aşamadığımız küçücük duvarlar, gerçek benliğimizle yüzleşmekteki isteksizliğimiz, hepsi çok tanıdık, çok evrensel. yine de bunları okumak çok hoşuma gitti. çekirdek çitler gibi hızlıca okudum attım. edebi bir lezzet ya da ilham almadıysam da insana dair bir aydınlanma için, belki kendimize dair bir aydınlanma için bazılarımıza faydalı olabilir.
yaban - yakup kadri karaosmanoğlu
yaban gerçekçi bir romandır fakat genelde anlaşıldığı şekliyle değil. yaban, bize türk aydının zihninin gerçeklerini gösterir esasen. türk köylüsünün gerçeklerini de, türk aydınının zihninin çarpık aynasından yansımış şekliyle gösterir.
ahmet celal gerçekçilikten zerre kadar nasibini almamış, idealist, hayal aleminde yaşayan bir çocukcağızdır. ne ülkesini tanır, ne milletini tanır. peki muharebelere girip gazi olmuş bir adamın askerini yani köylüsünü tanımaması mümkün müdür? altı ay kısa dönem askerlik yapan herkes buna cevap verebilir. mümkün değildir. halk dediğimiz kitle, içinde tuhaf mahluklar barındırır. hem bunlar öyle az da değildir. lavaboya sıçan adam var dersem buna, altı ay askerlik yapmış hemen hiç kimse şaşırmaz. buna şaşırmak için askerlik yapmamış olmak lazım gelir. demek ki ahmet celal gerçekten cephelerde savaşmış olsa, milletini tanır, köye gittiğinde ne bulacağını bilirdi.
peki bu bize anlatıyor? bu bize, bu saçmalığı yazan sevgili yakup kadri'nin ve onu okuyup ona inanan sevgili türk aydınlarının kendi halkından ne kadar uzak, ne kadar cahil, ne denli hayal alemlerinde gezinen saftorikler olduğunu anlatıyor. sadece bu mu? hayır, dahası, türk aydını halkını kötülemek için kanıta ve sorgulamaya ihtiyaç duymaz, hemen her zırvaya gerçekçi diye atlar.
türk köylüsü pek mi şereflidir? hakikaten kutsal mıdır? yoo. şehirlimiz ne kadar şerefli ki, köylümüz ne olacak? fakat yüzüklerin efendisindeki orklar gibi de değildir yani. insan insandır işte, her yerde aşağı yukarı aynı.
neyse, romana dönelim. roman zaten ahmet celal'in ağzından yazılmış. ahmet celal de, harpte sakatlanmış, ruhi bunalımları olan, anyayı konyayı bilmez, çokça idealist, biraz da saftorik bir kardeşimiz. büyük bir hayal kırıklığı ve sonrasında öfke ve de tiksinti ile yazıyor notlarını. dolayısıyla, objektif bir okuma peşindeysek, onun yorumlarını sağlıklı ve tarafsız bir gözlemcinin notları şeklinde okuyabilir miyiz a be canımlar? nayır ve nolamaz. gerçekçilikse muradımız, onun histerik hallerini göz önünde bulundurmak ve romandaki yergileri ona bölmek zorundayız.
peki gerçeğe ulaşma çabamızda romandan başka neler öğrenebiliriz? türk aydını, sene olmuş 2019, hala halkıyla bir beklenti-hayal kırıklığı ilişkisi içinde. zira böylesi bir kızgınlık ancak büyük beklentilerin karşılanmamasından doğabilir. türk aydını bir türlü milletine tam anlamıyla küsüp de onu aklından silmiyor. gidip gidip tayyip erdoğan'a oy verdiği için ona hala kızıyor, onu bu yoldan dönmeye davet ediyor, dönmedikçe de kızıp kalaylıyor. iyi bir şey herhalde bu da. toplumsal bir yarılma olmadığını, biraz dargınlık olduğunu düşünmek istiyorum bu konuda. yani kitap üzerinden yüz yıla yakın zaman geçmiş, insanlar halkına dair bazı şeyleri hala yeni öğreniyor. bunun şokuyla da savruluyor. yani saftoriklik konusunda, türk aydını ile türk köylüsü bir elmanın iki yarısı gibi değil mi? şirin bir durum gerçekten. iki histerik, öfkeli ve bağırıp çağıran partner gibi.
teknik olarak ise, roman gayet derme çatma ve cılız. yakup kadri'nin diğer eserlerinden çok daha zayıf. dil elbette güzel (insanlar da haklı olarak buna takılmış, benzetmeler falan) fakat karakter yok, çatışma yok, hikaye yok, tek renkli bir tablo resmedilmiş, o nedenle sıkıcı ve basit. ideolojik içerik gayet sığ. kötü bir roman kısaca. edebiyat sosyolojisi ve edebiyat tarihi dışında unutulup gidebilirdi. ama burası türkiye. burada şeyler çok yavaş değişir.
ahmet celal gerçekçilikten zerre kadar nasibini almamış, idealist, hayal aleminde yaşayan bir çocukcağızdır. ne ülkesini tanır, ne milletini tanır. peki muharebelere girip gazi olmuş bir adamın askerini yani köylüsünü tanımaması mümkün müdür? altı ay kısa dönem askerlik yapan herkes buna cevap verebilir. mümkün değildir. halk dediğimiz kitle, içinde tuhaf mahluklar barındırır. hem bunlar öyle az da değildir. lavaboya sıçan adam var dersem buna, altı ay askerlik yapmış hemen hiç kimse şaşırmaz. buna şaşırmak için askerlik yapmamış olmak lazım gelir. demek ki ahmet celal gerçekten cephelerde savaşmış olsa, milletini tanır, köye gittiğinde ne bulacağını bilirdi.
peki bu bize anlatıyor? bu bize, bu saçmalığı yazan sevgili yakup kadri'nin ve onu okuyup ona inanan sevgili türk aydınlarının kendi halkından ne kadar uzak, ne kadar cahil, ne denli hayal alemlerinde gezinen saftorikler olduğunu anlatıyor. sadece bu mu? hayır, dahası, türk aydını halkını kötülemek için kanıta ve sorgulamaya ihtiyaç duymaz, hemen her zırvaya gerçekçi diye atlar.
türk köylüsü pek mi şereflidir? hakikaten kutsal mıdır? yoo. şehirlimiz ne kadar şerefli ki, köylümüz ne olacak? fakat yüzüklerin efendisindeki orklar gibi de değildir yani. insan insandır işte, her yerde aşağı yukarı aynı.
neyse, romana dönelim. roman zaten ahmet celal'in ağzından yazılmış. ahmet celal de, harpte sakatlanmış, ruhi bunalımları olan, anyayı konyayı bilmez, çokça idealist, biraz da saftorik bir kardeşimiz. büyük bir hayal kırıklığı ve sonrasında öfke ve de tiksinti ile yazıyor notlarını. dolayısıyla, objektif bir okuma peşindeysek, onun yorumlarını sağlıklı ve tarafsız bir gözlemcinin notları şeklinde okuyabilir miyiz a be canımlar? nayır ve nolamaz. gerçekçilikse muradımız, onun histerik hallerini göz önünde bulundurmak ve romandaki yergileri ona bölmek zorundayız.
peki gerçeğe ulaşma çabamızda romandan başka neler öğrenebiliriz? türk aydını, sene olmuş 2019, hala halkıyla bir beklenti-hayal kırıklığı ilişkisi içinde. zira böylesi bir kızgınlık ancak büyük beklentilerin karşılanmamasından doğabilir. türk aydını bir türlü milletine tam anlamıyla küsüp de onu aklından silmiyor. gidip gidip tayyip erdoğan'a oy verdiği için ona hala kızıyor, onu bu yoldan dönmeye davet ediyor, dönmedikçe de kızıp kalaylıyor. iyi bir şey herhalde bu da. toplumsal bir yarılma olmadığını, biraz dargınlık olduğunu düşünmek istiyorum bu konuda. yani kitap üzerinden yüz yıla yakın zaman geçmiş, insanlar halkına dair bazı şeyleri hala yeni öğreniyor. bunun şokuyla da savruluyor. yani saftoriklik konusunda, türk aydını ile türk köylüsü bir elmanın iki yarısı gibi değil mi? şirin bir durum gerçekten. iki histerik, öfkeli ve bağırıp çağıran partner gibi.
teknik olarak ise, roman gayet derme çatma ve cılız. yakup kadri'nin diğer eserlerinden çok daha zayıf. dil elbette güzel (insanlar da haklı olarak buna takılmış, benzetmeler falan) fakat karakter yok, çatışma yok, hikaye yok, tek renkli bir tablo resmedilmiş, o nedenle sıkıcı ve basit. ideolojik içerik gayet sığ. kötü bir roman kısaca. edebiyat sosyolojisi ve edebiyat tarihi dışında unutulup gidebilirdi. ama burası türkiye. burada şeyler çok yavaş değişir.
nur baba - yakup kadri karaosmanoğlu
yaban kadar ideolojik öfke ile savrulmamış, belgesel gerçekçiliğine yakın, yine de tabiidir ki mesajlı bir yakup kadri eseri. ilk cumhuriyet yazarlarından başlayarak bugüne dek süren, meselesini kadın üzerinden açma ve çözme metodu burada da şahikasıyla var.
"aynısını anana, bacına yapsalar hoşuna gider mi?" yöntemi, gördüğümüz gibi yeni değil, sadece avama mahsus da değil. bir bektaşi tekkesindeki yozlaşma, iki çocuk anası, genç ve güzel bir hanımın şeyhin pençesine düşmesiyle anlatılmış. okuyucu genç hanıma, genç, güzel ve en önemlisi "anaaa!!" olduğu için sempati duyacak, empati yapacak, çapkın şeyhten ve onu bünyesinde barındıran ilkel tarikat kurumlarından tiksinecek. benim bacımı böyle sulu amasya elması gibi kütür kütür dişlese bu sapık şeyh, hoş olur mu? diye düşünüp alayına birden kızacak, metot bu.
fakat yakup kadri'nin hakkını yemeyelim. bektaşi tekkesinin bir kültür sanat ocağı olduğunu anlatmaktan imtina etmemiş. özellikle müzik, biraz amatör olsa da şiir, sohbet, muhabbet yönünü de gocunmadan anlatmış. mesela yaban'da, ilaç için tek güzel şey koymamıştı anadolu köyüne dair. her karakter bir grotest yaratık idi. fakat burada karakterlerine o kadar gaddarca yaklaşmamış. iyi kötü duyguları olan insanlar bunlar. günahlarını da biraz sosyal düzene bağlıyor yakup kadri. zenginlerin işsiz, uğraşsız geçen günleri onları manevi bir boşluğa itiyor. bir ülküleri yok.
daha sonra bu ülküyü bulacak yakup kadri, yaban'da ağzı köpürerek, ankara'da sakinleşip yeniden insan gibi konuşarak, bireye bir çıkış önerecek. medeniyet yolunda batılılaşarak, ülkesi ve toplumu için çabalayarak manevi boşluğunu doldurmalı türk insanı, diyecek.
peki buradaki tarikat eleştirileri bugün de cari mi? kısmen cari. şeyhe teslim olmak, manevi boşlukları dolduran böyle şaklabanlar vs. aynen devam ediyor. bknz. adnan oktar. ama o günden bugüne değişen temel şey sanırım şu: o zaman baskıcı osmanlı toplumunda nefes almak, sosyalleşmek, flört etmek için, dini kisve altında gizlenerek, bir özgürlük alanı olarak kullanılıyordu bektaşi ve mevlevi dergahları. daha çok toplumun zengin ve aydın insanları devam ediyordu buralara. bugün o ailelerin torunları, bu tarz ihtiyaçlarını sosyal medyada, barlarda, yoga kulüplerinde falan rahatça gideriyor. şeyhe tam teslimiyet hali -adnan oktar, ahmet hulusi vs. gibi sosyetik hocalar hariç- kahir ekseriyetle fakir fukara arasında sürüyor. menzil, fetö, ismailağa gibi yapılar bektaşilikten farklı. yine de elbette tasavvuf felsefesi keriz silkelemek ve çıtır ayıklamak için benzer şekilde kullanılıyor. aşk, muhabbet, teslimiyet falan ve de filan.
neyse. fena bir roman değil. genç yakup kadri henüz bir `hep o şarkı`ustalığında olmasa da, yetenekli, akıcı, beliğ. bölüm geçişleri biraz ek yerlerinden sırıtıyor, hikaye biraz hızlı toparlanmış falan ama yine de günümüz yazarlarına beş çeker.
"aynısını anana, bacına yapsalar hoşuna gider mi?" yöntemi, gördüğümüz gibi yeni değil, sadece avama mahsus da değil. bir bektaşi tekkesindeki yozlaşma, iki çocuk anası, genç ve güzel bir hanımın şeyhin pençesine düşmesiyle anlatılmış. okuyucu genç hanıma, genç, güzel ve en önemlisi "anaaa!!" olduğu için sempati duyacak, empati yapacak, çapkın şeyhten ve onu bünyesinde barındıran ilkel tarikat kurumlarından tiksinecek. benim bacımı böyle sulu amasya elması gibi kütür kütür dişlese bu sapık şeyh, hoş olur mu? diye düşünüp alayına birden kızacak, metot bu.
fakat yakup kadri'nin hakkını yemeyelim. bektaşi tekkesinin bir kültür sanat ocağı olduğunu anlatmaktan imtina etmemiş. özellikle müzik, biraz amatör olsa da şiir, sohbet, muhabbet yönünü de gocunmadan anlatmış. mesela yaban'da, ilaç için tek güzel şey koymamıştı anadolu köyüne dair. her karakter bir grotest yaratık idi. fakat burada karakterlerine o kadar gaddarca yaklaşmamış. iyi kötü duyguları olan insanlar bunlar. günahlarını da biraz sosyal düzene bağlıyor yakup kadri. zenginlerin işsiz, uğraşsız geçen günleri onları manevi bir boşluğa itiyor. bir ülküleri yok.
daha sonra bu ülküyü bulacak yakup kadri, yaban'da ağzı köpürerek, ankara'da sakinleşip yeniden insan gibi konuşarak, bireye bir çıkış önerecek. medeniyet yolunda batılılaşarak, ülkesi ve toplumu için çabalayarak manevi boşluğunu doldurmalı türk insanı, diyecek.
peki buradaki tarikat eleştirileri bugün de cari mi? kısmen cari. şeyhe teslim olmak, manevi boşlukları dolduran böyle şaklabanlar vs. aynen devam ediyor. bknz. adnan oktar. ama o günden bugüne değişen temel şey sanırım şu: o zaman baskıcı osmanlı toplumunda nefes almak, sosyalleşmek, flört etmek için, dini kisve altında gizlenerek, bir özgürlük alanı olarak kullanılıyordu bektaşi ve mevlevi dergahları. daha çok toplumun zengin ve aydın insanları devam ediyordu buralara. bugün o ailelerin torunları, bu tarz ihtiyaçlarını sosyal medyada, barlarda, yoga kulüplerinde falan rahatça gideriyor. şeyhe tam teslimiyet hali -adnan oktar, ahmet hulusi vs. gibi sosyetik hocalar hariç- kahir ekseriyetle fakir fukara arasında sürüyor. menzil, fetö, ismailağa gibi yapılar bektaşilikten farklı. yine de elbette tasavvuf felsefesi keriz silkelemek ve çıtır ayıklamak için benzer şekilde kullanılıyor. aşk, muhabbet, teslimiyet falan ve de filan.
neyse. fena bir roman değil. genç yakup kadri henüz bir `hep o şarkı`ustalığında olmasa da, yetenekli, akıcı, beliğ. bölüm geçişleri biraz ek yerlerinden sırıtıyor, hikaye biraz hızlı toparlanmış falan ama yine de günümüz yazarlarına beş çeker.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)