14 Ağustos 2013 Çarşamba

Eski İstanbul Yosmaları - Refi Cevad Ulunay

Refi Cevad Ulunay ın bir kitabı. Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi gibi 1800'ler sonu, 1900'ler başı İstanbul'unu, mahalle hayatını, içki alemlerini, kopukları anlatıyor Refi Cevad. Özellikle de kitabın isminden anlaşılacağı üzere eski istanbul yosmalarını anlatıyor.

İlk bölüm Rana'nın hikayesi. Çok uzun, çok detaylı bir şekilde Allah'ın eşsiz bir güzellik ve büyük bir hırs verdiği Rana'nın, yoksul ve mutaassıp ailesinin kendisine biçtiği kaderden kaçma hikayesi anlatılmış. Rana'nın babası geliri ancak giderine yeten bir kantarcı arnavut, annesiyse babasının demir yumruğu altında hiçbir kişilik geliştirememiş, kul taifesinden çırak çıkarılmış bir çerkez. Rana büyüleyici bir güzelliği olduğunu henüz çocukken öğreniyor. Çünkü hamamda, komşuda, kınada, düğünde, velhasıl başka insanlarla karşılaştığı her ortamda kadın erkek onu gören herkes hemen "kırk bir buçuk maşşallah!" çekiyor. Daha on iki, on üç yaşında görücü gelmeye başlıyor. Babası da bu yoğun talebi zamanı gelince başlık parasına çevirmeyi planlıyor tabi. Çıkarcı, paragöz, basit bir adam babası. Tek derdi Rana'yı satıp bir dükkan açmak. Annesi ise itaat etmekten başka bir şey bilmeyen dili dişi yok bir kadıncağız.

Rana en sonunda kendisini vermeye karar verdikleri orta halli zengin komşularının oğluna gitmemek için evden kaçıyor, bir muhabbet tellalı kadına sığınıyor. Orada yetişiyor. Her türlü görgüyü öğreniyor. Burada temelde bir pezevenk olan kadının müşterileriyle konuştuğu konular beni şok etti. Bugünkü profesörler, kültür elçileri bile böyle ağdalı bir dille, böyle merasimli, incelikli sohbetler etmiyorlar. Herkesin ezberinde bir sürü uzun uzun divan şiiri. Herkes müzik konusunda çok bilgili, bir saz çalıyor, makam usül biliyor. Rana için de ileride şiirler yazılıyor, şarkılar besteleniyor hatta. 

Bu uzun ilk kısımda Refi Cevat bize tadına doyulmaz üslubuyla esasında şunları anlatıyor bize: eski İstanbul'da mahalle kızları nasıl bir ortamda büyürdü? Aile hayatı, baba, anne, çocuk ilişkileri, komşuluk ilişkileri nasıldı? Namı cihanı tutmuş meşhur dilberler bir ağaç kovuğunda ortaya çıkmadı ya, bunların genel olarak kökeni nedir? Nasıl evrelerden geçerek kibar alemlerine dalıyorlardı? Hangi sosyal ve psikolojik nedenler bu mekanizmaya insan kaynağı sağlıyordu?

Rana hikayesi bir ev kızının zenginlik ve güç hırsıyla kendisine biçilen dar yaşamdan kaçarak bu kibar fahişelik mekanizmasına katılmasının hikayesi.

İkinci hikaye ise Kel İpek'in hikayesi. Yazar muhtemelen bu kişiyle anlattığı şekilde gerçekten karşılaşmış. Bu hikayede Rana kadar olmasa da yine de meşhur bir yosma olan İpek'in hayatına şahit oluyoruz. İpek'in çocukluğu, aile ortamı ve kötü yola düşme nedenleri Rana kadar detaylı anlatılmamış. Bu hikaye aslında meşhur yosmaların yaşlandıklarında ne halde olduklarına dair hüzünlü bir anlatı. O tazelik gittikten, gerdanlar sarktıktan sonra bu şuh kadınları nasıl bir yaşam beklemektedir? Parlak günlerin sonunda zihinlerde kalan anılar nelerdir? Pişmanlıklar, özlemler, gurur duyulan kararlar nelerdir? İpek'i böyle bir sohbette uzun uzun tanıyoruz. Okuma yazma bilmese de feleğin çemberinden geçmiş, hayat üniversitesinden mezun olmuş bu kadın çok lezzetli bir hikaye anlatıcısı. Küçük genelevlerden büyük genelevlere, dost hayatı yaşadığı kabadayılardan yüksek memurlara ve yıkılan imparatorluğumuzun son parlayan kültür ve sefahat yıldızları olan paşa çocuklarının hazin hikayelerine kadar bize bir dönemden manzaralar sunuyor.

Bu esnada yazarımız, Refi Cevad da gençliğini yad ediyor. O delikanlı neşelerini, pervasızlıklarını, yumruk mezesiyle rakı içtikleri soğuk kış geceleri hatırlıyor. Bize de anlatıyor sağ olsun. Orta-üst gelir grubundan genç hovardaların nasıl konuştuklarını, nasıl şakalaştıklarını, o günlerde nasıl gizlice alem yaptıklarını, detaylı bir dekor önünde izleme şansı buluyoruz.


Bu kitaba teknik olarak roman ya da hikaye demek zor. Genel olarak anlatı demek daha uygun sanırım. Gücünü dilinin lezzetinden olduğu kadar anlattığı hikayedeki belgesel detaylardan alan bir kitap. Dedelerinin kimlere gönül verdiğini merak edenler okuyabilir. Madam Bovary kadar kusursuz bir başyapıt olmasa da bize ait, bizi ilgilendiren hikayeler bunlar. Keşke daha popüler olsa bu kitaplar. 

Son olarak kitabı basan Arma yayınlarını eleştirmek istiyorum. Allah razı olsun çok kaliteli kitaplar basıyorsunuz ama lütfen biraz daha özen. Türkçe bilen birisi şu kitabın son halini okudu mu acaba? Bilmiyorum tashihten mi, dizginden mi, her nedense kitapta bir sürü yanlış yazım var. Cümle düşüklükleri var. Özellikle de başlarda. Refi Cevad'ın eserine ayıp. 

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Kelleci Memet - Kemal Tahir

Kemal Tahir'i çok severim. İnsanın çok sevdikleriyle ilgili eleştirel ve objektif şeyler yazması kolay değil. Bu Kemal Tahir için özellikle böyle. Okuyanlar sevenleri ve nefret edenleri şeklinde iki kampa ayrılmış adeta. Bir bakıma bu doğal görünüyor, çünkü Kemal Tahir yalancıya dimdik yalancı diyen, keskin ve net bir insan. Görüşleri hep sertçe ifade edilmiş, namussuz, alçak demekten çekinmiyor. Dolayısıyla onun görüşlerine katılanlar, onu sevenler ve onu itici bulanlar olarak insanlar hemen ayrışıyor.

Ama bir bakıma da Kemal Tahir hiçbir zaman bir kampın adamı olmamış bir yazar. Sosyalistlerin yanında rahatça efsaneleşebilecekken onları taklitçilikle, toplumlarını tanımamakla suçlamış, devletçi damgası yiyerek Osmanlılığa dönmüş, ara renklere ait, biraz melez bir yazar. Bunun yanında dönem dönem hararetle savunduğu fikirleri tekrar tekrar düşünmüş, bazıları için "yine yanılmışız" diyerek görüşlerini değiştirmiş, bu esnekliğe sahip bir kişi. Yani hem katı hem esnek bir garip adem. O buna gerçekçilik diyor. Bulunan gerçeklikte körü körüne diretmek değil, gerçeği arama inadındaki süreklilik.

Kelleci Memet yazdığı ilk romanlardan olmasına karşın benim Kemal Tahir'den son okuduğum kitaplardan biri. Dolayısıyla bu kitapta ham halleriyle beliren pek çok özelliği, daha sonra büyük romanlarında olgunlaşmış olarak görmek mümkün. Kısaca: Çorum şivesi, Kemal Tahir diyalogları, sözlü tarih, Anadolu insanı, entrika örgüsü, cinsellik.

Bu kitap Çankırı cezaevinde geçiyor ama biz diğer kitaplarından dolayı Çorum şivesi diyelim yine. Kesinlikle çok orjinal bir dil yakalamış burada Kemal Tahir. Bu hem avantajı hem de dezantajı olmuş tabii. Çok lezzetli, kıvrak bir dille karakterleri uzun uzun, mizah yüklü, atasözleri ve deyimlerle süslü bir dille konuştururken Türk insanının düşünme biçimini, dünya görüşünü ve ruhunu da yansıtmayı başarmış ama bu ustalık, bir yandan da romanlarının olay örgülerine zarar vermiş. Yani çok başarılı olduğu için kesilmeye kıyılamayan bu diyaloglar özellikle Kelleci Memet'te, ama genel olarak tüm romanlarında, yan karakterlerin gevezelikleriyle fazla yer kaplamasına ve konu akışına zarar vermesine yol açıyor. Hikayenin genel kurgusu bu aşırı büyüyen kısımlar yüzünden biçimsizleşiyor. Kemal Tahir zamanın geçmek bilmediği hapishane odalarını şenlendiren, gönül eğleyen atışmalı diyalogları kağıtta tekrar kurarken belki de bir nostalji duygusuna kapılmış. O anlara geri dönmüş ve bu benzersiz dilin içinde genel kurguyu unutmuş.

Yine hapishanede karşılaştığı insanlara sürekli kendilerini, yaşamlarını anlattıran Kemal Tahir, ülkesine ilgisi gereği tarihi vakaları bu küçük insanların yorumuyla aktarmanın da paha biçilmez bir hazine olduğunun farkında. Bu romanda Kellecinin babasının ağzından birinci dünya savaşından Kutül Amare cephesini ve bozgunu anlatmış. Bu kısımlar ileride yazacağı Yorgun Savaşçı gibi nice romanın da habercisi.

Kemal Tahir'in Anadolu insanı anlayışı da Kelleci'de belirgin hatlarıyla ortaya çıkıyor. Kelleci Memet, temelde saf ve iyi niyetli bir genç. Fakir olduğu için bir zenginin yanına yanaşmış. Ona sadakatle hizmet ediyor. Fakat toplumun tüm birimlerine yayılan yozlaşma ona da bir şekilde bulaşıyor ve ağasını öldürüyor. Bu cinayetin tümüyle masum olduğu iddia edilemeyeceği gibi Kelleci'yi bir canavar olarak görmek de mümkün değil. Biraz şartların kötülüğe zorladığı bir insan Kelleci. Hapishanedeki diğer mahkumlar için de bu söylenebilir. Bir an yırtıcı canavarlar gibi birbirlerine saldıran insanlar, bir kaç gün sonra tatlı tatlı şakalaşıyor, hatta birbirlerini seviyorlar.

Kemal Tahir'in çizdiği Anadolu insanı, Kelleci gibi çelişkili bir insan. Cinsel hırslarına düşkün, yerine göre kurnaz, yerine göre çok saf. Bir kadının yellemesiyle ağasını öldüren Kelleci, an geliyor hırsızlık iftirasından korunmak için bir cümle kurmaktan aciz kalıyor. Türlü dümenler kuruyor ama en basit oyunlara kanmaktan kendini alamıyor.

Kemal Tahir'in kurduğu Türk toplum yapısında zengin, habis ağa ile fakir, masum köylü çatışması yok. Toplumun temel birimi olan köydeki çürüme her ferde etki etmiş. Yani herkes bir ölçüde habis. Yalnız ağalar hem iktidar aygıtlarına yakın olmanın avantajlarıyla, hem de daha kurnaz olduklarından kötülükte genellikle daha ileri. Burada da ağanın yakınları Kelleciyi kullanıyor. Kelleci kötülüğü kendi çıkarına değil, onların çıkarına işlemiş oluyor. Bu Kelleci'yi temize çıkarmaz ama Ümmühan ve Yusuf'u kötülük yarışında ileri geçirir. Bu bakımdan kötümser bir tablo ile karşı karşıyayız. Bu tablo Tahir'in diğer köy romanlarında daha çok cinsel hırs ve iktidar hırsı sosuyla, daha çirkin bir din sömürüsüyle daha da karanlıklaşıyor. Bazıları bunu Kemal Tahir'in hapishanede karşılaştığı kötü insan malzemesini haksız yere tüm topluma genellemesi olarak yorumluyor. Bence bu kadar savaş, bozgun, kıtlık, düzensizlik görmüş Anadolu insanının masumiyetini koruması mantık dışı olurdu. Bu bakımdan Kemal Tahir'in çizdiği tabloyu biraz abartılmış olmakla beraber gerçekçi buluyorum.

Kemal Tahir Mike Hammer kitapları çevirmiş, hatta bir kaç tane de kendisi yazmış. Bu bakımdan polisiyeye yakın olduğu düşünülebilir. Tüm romanlarında polisiye kurgu tekniklerini kullandığını düşünüyorum. Devlet Ana mesela bir cinayetin araştırılması ve intikamı hikayesi diyebiliriz. Kurt Kanununda müthiş bir politik komplo ve takip hikayesi anlatılıyor. Rahmet Yolları Kesti bir suç hikayesi. Merak duygusu her romanında incelikle işlenmiş. Kelleci Memet de aynı şekilde bir suç, gerçeği arayış ve buluş hikayesi ana çatısıyla. Yazar, yani Gazeteci Murat Kelleci'nin gerçekte ne yaptığını merak ediyor, onu tanıyoruz giderek, tahminler yürütüyoruz. Babası, halası, başka tanıklardan yeni perspektifler alıyoruz. Sonunda düğüm çözülüyor. Gerçeği öğreniyoruz.

Bu ana çatının altında anlatılan Kelleci'nin öyküsü ise yine merak uyandırıcı, karmaşık bir entrika. Cinsel ve maddi çıkarlar için kurulan komplolar, yapılan hamleler. Tabi bu oyunları uygulayan Türk insanının yapısı, entrika çerçevesinde sergileniyor.

Romanın biçimsel yapısı aslında zekice kurgulanmış. İlk bölümde Kemal Tahir'le birlikte Kelleciye dair verileri topluyoruz. Resim berlirmeye başlıyor, sonra ikinci bölümde o resmin içine giriyoruz. Anlatıcı kendini yok ediyor, bizi olaylarla karşı karşıya bırakıyor. İlk kısımdaki uzun Cinci Nezir atışmaları, diyaloglar vs kısaltılsa, daha derli toplu bir roman olabilirmiş. Bu haliyle biçimden başka bir şeye aklı ermeyen çapsızlar tarafından "roman bile sayılmaz" diye eleştirilebilir. Genel olarak Kemal Tahir romanlarında böyle bir kurgu sorunu var. Diyaloglar, yan olaylar, yan karakterler, tarihi vakalar olay örgüsünden büyük roller çalıp metni neredeyse yamalı ve eklektik bir hale getirebiliyor. Bu sorunları kabul ediyorum ama Kemal Tahir'i büyük romancılarımızın başında saymaya da devam ediyorum. Neden?

Bir yemek örneği verelim. Menüde beş çeşit olsun. Kemal Tahir'de çorba zayıf, tatlı hep aynı, salata ortalama ama ana yemek muhteşem diyelim. On üzerinden, 3, 4, 5 ve 9.5.

İyi romancı denilen Orhan Pamuk'ta bu notlar 6,6,6,6 bana göre. Dokuz buçukluk bir tat barındıran menüyü mü tercih ederim, yoksa her yerde karşıma çıkabilecek yavan altıyı mı? Salata da olmayıversin canım, diyorum ben. Ama kimileri de salatasız yapamaz, sofrada gümüş peçetelik olsun da, et yemeği de yavan oluversin diyenler var. Ne diyeyim? Zevk işte.

1 Ağustos 2013 Perşembe

İsmail - Reha Çamuroğlu

Oldukça hızlı okudum bu kitabı. Gayet güzel kurgulanmış, odağa aldığı Şah İsmail'den pek uzaklaşmamış, lafı dolandırmamış, acemi şiirselliklerle okuyucuyu kusturmamış güzel bir tarihi roman. Neden böyle diyorum? Belki de daha önce İskender Pala'nın Şah ve Sultan'ını okuduğum için. Orada Pala beni hakikaten kusturmuştu. Tarihi bilgilere eyvallah, iki büyük sultanın mücadelesine de eyvallah ama aşk muhabbetleri hiç çekilmiyordu. Belki ikisi de büyük şair olan bu iki sultanın dünyasını anlamak için bu vıcık vıcık şiirselliğe ihtiyaç da vardır, bilemiyorum. Divan edebiyatından anlamam. Duyguların ucuz tarafından ballandırılmasına da hep soğuk bakmışımdır, belki de benim kaybımdır bir şey diyemem, ama ne olursa olsun bana bu duygusallık oldukça yapmacık ve sığ görünmüştü orada. Türkçesi: Pala'nın kitabı berbattı bence.

Reha Çamuroğlu ise gayet soğukkanlı ve konusuna mesafeli. Buz gibi ve ruhsuz demek istemiyorum, objektif ve mantıklı diyorum. Anadolu Aleviliğini anlamak açısından çok faydalı buldum kitabı. Erdebil'deki tarikat, Safeviliğin zaman içindeki dönüşümü, giderek güçlenen Türkmen, yani şaman etkisi (şaman kelimesini hiç kullanmıyor Çamuroğlu gerçi) Türkmenlerin serbest Alevilik yorumu ile Kum ulemasının katı şeriatının çarpışması,  bu esnada Safeviliğin bir tarikatten bir devlete dönüşüm süreci tarihi ve sosyolojik olarak güzel izah edilmiş. İsmail'in dedesi, babası ve sonunda kendisi hep aynı şeyi deniyorlar aslında, abayı ve asayı atıp kılıç kuşanmayı. Sonunda başarıyorlar da. Atlı göçebe uygarlığın son büyük parıldayışı olarak tarihte yerlerini alıyorlar. Oysa Osmanlı onların önünden gitmiş, topu ve tüfeği ele almış. Teknolojinin gelenekseli yenilgiye uğratmasının hikayesi bu bir bakıma. Serbest yorumun kurumsallaşmış din karşısında hezimeti. Örgütlülüğe, sisteme karşı çıkan bireysel başkaldırının hazin öyküsü. Anadolu Aleviliği böyle de yorumlanabilir. Otonom karakterini, toprakla, Allah'la, sazla ve sözle bağını hep eskisi gibi sürdürmek isteyen Türkmenlerin kaçınılmaz yenilgisi ve kabuklarına çekilmeleri. Bir de Aleviliğin tasavvufla kaynakta böyle yakın olması çok ilgimi çekti. Tasavvuf da Türk serbestliğinin Arap ve Acem katılığına karşı bir cevabı olarak düşünüldüğünde Alevilikle benzerlikleri ortaya çıkıyor.

Sonunda eğitimsiz Türkmenlerin deli enerjisi Yavuz'u yenmeye yetmeyince İsmail de Fars ve Araplara ağırlık veriyor zaten. Böylece o da kurumsallaşmaya gidiyor. Diğer yandan teknolojileri gelişmiş Portekizliler Hindistan'a çıkmış. Yani tekniğin galibiyeti her yanda görülüyor. Dünya tarihini matematik bir kesinlikle batılılaşmaya, teknikleşmeye ve dinsizleşmeye giden bir yol olarak görmüyorum ama bazı şeylerin çizgiselliği de inkar edilemez. Bu hikaye göçebeliğin yerleşikliğe yerini bırakmasının, bırakmak zorunda oluşunun hikayesi olarak okunabilir mesela.

İsmail karakteri tipik olmayan bir diktatör hikayesi aslında. Gücünü salt güçten değil, aşktan alan bir diktatör Şah İsmail. Zamanla sapıtıyor, olmadık şeyler de yapıyor ama belki de sapıklığı daha soydan onun kaderi. Erdebil halkı hep dedelerine secde etmişken, onda günümüzün ölçütlerine uygun bir adalet ve hümanizma anlayışı ortaya çıkması mümkün olamazdı zaten. Yine de bir Hitler değil, Yavuz da değil. Mistik ve hoş bir yanı var, şiirleri var, müritleriyle bir olduğu alemleri var, ancak kaynar kazanları da kurduran yine o. İnsan ne garip yaratık.

Koşulsuz ve sınırsız sevilen bir çocuk olarak görüyorum İsmaili. Böylesi bir sevginin getireceği şımarıklık ve yalnızlık içinde hazin bir hayat yaşamış. Annesini öldürtmek zorunda hissetmiş kendisini, kaynar kazanlarda "eğri dinlileri" pişirmiş. Bunlar bir insanı mutlu edemez.

Güç yozlaştırır, iktidar zulüm üretir diyor Çamuroğlu bu hikayede. Dünyada olmanın kaçınılmaz bir çelişkisidir bu. Haksızlığa baş kaldırmak için güç gerekir, güç de ancak haksızlıkla ele geçirilebilir ve haksızlıkla devam ettirilebilir. Bir noktada kimin zulmü evladır, sorusu bu. Zulümsüz bir dünya olamaz. Bu zulüm az mı olacak, çok mu? İşin etik yönü bu. Bir de teknik yönü var. Ve bu ikisi birbirinden kopamıyor. Din ve siyaset hep iç içe. Kimi zaman din için siyaset, kimi zaman siyaset için din kullanılmış. İnsan maddi ve manevi yönleri olan bir canlı. Bu maneviyatı din olmasa da dinimsi şeylerle mutlaka tatmin etmeye ihtiyaç duyuyor.

Netice olarak güzel bir roman. Okunabilir. Türkiye'yi anlamak açısından da faydalı.