22 Aralık 2023 Cuma

Erlend Loe, Mal Sayımı

 

Erlend Loe’nin Mal Sayımı romanı basit dili, tek boyutlu karikatürize kişileri, cüzdana ve çantaya yük olmayan mütevazı hacmi ve minimum çabayla maksimum entelektüellik hissi veren basit İskandinav tasarımıyla kitlelere kolayca ulaşabilmiş bir eser. Kısa ve basit cümleler, müşfik bir dadının küçük parçalara böldüğü yemeği bir bebeğin ağzına beslemesindeki akıcılığı andırır şekilde okurun zihnine veriliyor. Mizahın bebeksi doğrudanlığı, içindeki kadın düşmanı baharatları perdelemiş, hikayeyi kundaklamış. İkea tasarımlarını cazip kılan bütün unsurlar bu kitabın da popülerliğini açıklıyor. Steril bir düzen içindeki konfor ve rahatlık hissi, dağınıklığı bir suç olmaktan çıkarıyor, sağa sola serpiştirilen renkli battaniye ve minderlerle dört köşe tasarımlar dengeleniyor. Ekonomik, kolay monte edilebilir, yaşam tarzımızı oluşturan diğer unsurlarla kolayca kombinlenebilen bir ürün.

İyi mi? Eh. Günümüz Türkçesi ile ifade edilecek olursak, overrated bir roman. Adapazarı ağzıyla, balon.

Kötü bir roman mı? Berbat ve okunamaz değil. Vasat ama iddiasız bir vasat. Bu da onu affedilir yapıyor. Büyük şeyler yapmaya çalışıp altında kalmamış. Basit bir hikaye anlatmaya niyetlenmiş, iyi kötü anlatmış da. Bu postmodern iddiasızlık, insan türünün kültürel zirvelerini oluşturan hırs, yetenek, deliliğe varan bir kendini aşma çabası ve ancak en parlak, şaşaalı, büyük ve sıra dışı olanın muteber sayıldığı binlerce yıllık insanlık tarihine çok zıt ve ancak büyük bir ekonomik ve kültürel sermayenin üzerine kurulduktan sonra, bir mirasyedinin rahatlığı ile şık görünebilir, ki Avrupa buna sahip. O yüzden bu stil kuzeyli dostlarımıza yakışırken bizim gibi henüz tüyünü düzmemiş ülkelerde biraz uyumsuz görünüyor. Ve maalesef daha gerçek sorunlarımızı henüz halletmemişken, tavuk döner yiyip bir sonraki ayın kirasıyla boğuşurken, varoluşsal sancılar, bıkkınlık, zihinsel rehavete sürükleyen bir kayıtsızlık hali edebiyatın konusu olunca, ülkemizde “derdini seveyim” şeklinde eleştirilerin hedefi olabiliyor.

Her neyse. Romana dönelim. Gerçi romandan ziyade novella denebilir belki. O kadar basit, kısa, numarasız ve öngörülebilir ki, neredeyse çocuksu bir masumiyeti var. Fakat başkarakter olarak hicvedilen yaşlı “bayan” şair Nina Faber şeytansı da bir tip. Bu tezat ilgimi çekti en çok. Yazar burada bir şey başarmış, bunu söyleyebilirim en azından. İşkence, zorbalık ve cinayetlerle örülen hikaye, öyle serinkanlı ve umursamaz, öyle sentetik bir yerden işlenmiş ki çizgi filmlerde herkesin birbirini öldürmesinin hoş bir komikliğe indirgenmesine benzer bir etkiye ulaşmış. Eleştirmenlerin sığlığı, gaddarlığı, insani duygulardan yoksunluğu, kötü kedi şerafettin gibi ortalarda yargı dağıtarak dolaşan, virüs misali bulaşacak yer arayan narsist deli Nina’yı dengeliyor. Herkesin eşit derecede kötü olduğu, bu yüzden kimsenin kötü olmadığı zararsız bir dünya inşa ediyor. Nina’yı delirten şartlar, ona bir tür haklılık kazandırmış gibi görünse de, bana yazarın düşmanca duygularını gizlemesinin bir aracı gibi göründü. Kısacası, Nina karakterini kadın düşmanı bir saldırı gibi okudum ki, aslında ben de çok feminist bir Meriç sayılmam.

Bu kadar analizi hak eden bir şey yok esasında kitapta ama Kuzey edebiyatına olan yoğun teveccüh dikkatimi çektiği için birkaç cümle karalamak istedim. Bu ilginin temelinde bir tür kültürel öykünme var sanıyorum. İkea mobilyaların arasında otururken, şöyle bir gezinti yapmak istediğimizde, tercihimizi kuzeye kalkan bir seferden yana kullanmamız şaşırtıcı değil. Okumak biraz da bir yerlere gezmeye gitmek değil midir? O ruh ve dil dünyasına, yaşam tarzına, dünyayı algılayış şekline bir seyahat. Erlend Loe ya da diğer Norveçli, İsveçli yazarları okurken hoş bir aldanışın da tadını çıkarıyoruz. Sanki az önce bahsettiğim şekilde, öğle yemeğinde tavuk döner yememişiz, kredi kartı borçlarımız birikmemiş, metrobüste arkamıza dayanan Afganlı’nın baharatlı nefesi ensemizi ısıtmamış, üst kattaki çocuk tepinmeleri, karı koca höykürmeleri, kapı önlerindeki şekilsiz ayakkabı yığınlarından yayılan buram buram yaşanmışlık kokuları bize evimize kadar eşlik etmemişçesine, lattemizi yudumlarken müreffeh bir dünyanın mensubuymuşuz gibi kitabımızla seyahate çıkıyoruz. Hem bu kitapta, hem de Dag Solstad ya da Knausgaard’ın kitaplarında karşıma bolca çıkan uzun navigasyon parçalarının böyle de bir işlevi olsa gerek. Falanca caddeyi geçtim, bilmemne sokağına girdim, falan filan opera binasının karşısındaki şöyle böyle parkında oturdum vs.

Neyse. Kitaba dönecek olursak, önemli bir kitap değil. Okunmasa da olur. Basit ve sıradan. Bizim eski ve yeni pek çok yazarımız bundan daha iyi. Bu üslubu okumak istiyorsak, Murakami’nin ilk romanları, Auster vs vs, başka bir sürü seçenek var. Norveçlilerin edebi zevkine dair bende bir soru işareti oluştu. Bir yandan Knut Hamsun gibi dev bir yazarları var, diğer yandan bu uzun boylu, soluk tenli milletin en sevdikleri şiir şuymuş, kitaptan alıntılıyorum: “Bu hayali sürdürüyoruz; harika şeylerin olacağının, olmak zorunda olduğunun – zamanın açılacağının, yüreğin açılacağının, kapıların açılacağının, pınarların fışkıracağının, rüyanın açılacağının... Bir sabah vakti, hiç bilmediğimiz daracık bir koya süzüleceğimizin hayalini.” (Sf.  82) Bu parça Olav H. Hauge’nin Bu O Rüya adlı şiirinden imiş ve Norveç halkının en sevdiği şiir seçilmiş. Ne bu şimdi? Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, bu şiir mi? Herhangi bir lise talebesi bununla bana gelse, boşver kanka, sayısala yönel, derdim.

Çeviride kaybolan bir güzellik mi yanıltıyor beni? Şiir Norveççede belki de büyüleyicidir, bilemiyorum. Ama sanmıyorum. Basit, çocuksu, yavan. Beceri istemeyen bir düzlük var burada. İngilizcede simpleton diye bir kelime vardır. Avanak, ahmak, salak anlamlarına gelir. Simple basit demek, malum. Yani düzlüğün, basitliğin fazlası, zarar diyelim.

5 Eylül 2023 Salı

Dogtooth Filmi Porno Mu?

 


 

Öncelikle film fena değil. Distopyanın dünyaya bu kadar yakın ve sade bir dille kurulmuş olmasını sevdim. Aile sahipleniciliği terörü, çocuklarına pençelerine geçirmiş onların büyümesine engel olmaya çalışan canavar anne baba temalarını severim. Şiddetin, zorbalığın, beyin yıkamanın, istismarın çekirdek merkezi olarak bir aile üzerinden insanlık hallerinin anlatılması fikri de güzel. Oyuncular gayet iyi, sinematografi güzel, buluşlar parlak.

İyi de filmdeki şiddet ve cinsellik neye hizmet ediyor? Yaratılan dogmatik ve baskıcı ataerkil dünyanın dehşetini, saçmalığını aktarmaya mı? Evet, kesinlikle buna hizmet ediyor. Tüm o kanlı, travmatik istismar sahneleri bize bir korku evi atmosferi sunuyor. Ama tek kurşunla ölecek birine yirmi kurşun sıkmak neden? Bize o dünyanın dehşetini aktardıktan sonra, birbirine benzer bir sürü ensest, işkence ve psikolojik şiddet sahneleriyle üstümüze bombalar atmaya neden devam ediyor yönetmen? Acaba amacı bir hikaye anlatmak mı, yoksa kendi görsel fetişlerini tatmin için sinemayı araçsallaştırıyor mu? Üstelik sadece kendi zevklerinden ibaret değil mesele, zayıf kızları seks oyuncakları gibi kullanarak, sapkın bir çocuğun legolarıyla dev bir penis inşa etmesine benzer bir süreçle, çeşitli hayallerini gerçekleştirdi, tamam. Bununla bitmiyor, seyirci de rahatsız edilmeli. Bunu da anlıyorum. Sanatın her türlüsü ortalama insanın konforunu bozmak, onu rahatsız etmek ister. Yeni bakış açıları kazanmak için yerleştiğimiz yerlerimizden itilerek kaldırılmalıyız. Gayet makul. Ama bu itekleme, bu tatlı sert rahatsız edicilik tırnak sökmeli, ıslatıp dövmeli bir işkenceye doğru evrilirken, sanatçıya bir tanrı kutsiyeti vererek ondan gelen her şeye boynumuzu büküp bekleyecek miyiz? Dahası bu amaçsız işkencede ilahi manalar keşfetmek için entelektüel birikimimizi imdada çağırarak cilt cilt tefsirler mi düzeceğiz?

Burada sanat sineması seyircisini, evine merdiven dayayıp elinde bıçakla içeri girmeye çalışan ortadoğulu mülteciye, kibar bir dille bunun uygun bir davranış olmadığını, sorunlarını konuşarak çözebileceğini söyleyerek durdurmaya çalışan çaresiz ve iğdiş edilmiş İsveçli ev sahibine benzetiyorum. Seyirci kendisine yönelen apaçık şiddet eyleminin şiddet olduğunu tespit etmekten aciz. Bunu görmemek için inanılmaz yorumlama mekanizmaları geliştirmiş, bir fanatik dindarın tevil mekanizmalarıyla paralel şekilde, tüm o saçmalıklar içinde iflah olmaz bir hikmet arayıcısına dönüştürmüş kendisini. Trier sinemasının tutkunu o koca koca insanlar bu yozlaşmadan yeni zevkler edinerek çıkmış hatta ve Trier’le bir tür sado-mazo ilişki kurmuşlar. Aşağılanmaktan, üzerlerine tükürülüp dövülmekten zevk alıyorlar. Bu noktada yetişkinlerin çeşitli cinsel fantezileri olabileceğini kabul etmekten, karşılıklı rıza ve tarafların bilinci yerinde olduğu müddetçe buna karışamayacağımızı ifade etmekten başka ne söyleyebiliriz? Kimseye karışamam ama kendi adıma, Lars von trier’in filmlerini dayanılmaz bulmamın sebebi bu. Yönetmen seyirciye bir amaç olmaksızın, bir dolayım kurmaksızın, sırf işkence etmek için işkence ediyor.

Biraz abarttım mı? Evet. Abartmayı severim. Ama bu sayede büyüteç altına aldığımız bazı şeyleri daha iyi görebiliriz. Yani mesela Dogtooth filmine bir tür porno dersem, evet haksızlık olur ama pornonun tanımını yaparak filme bu gözle bakarsam, onun pornoya yaklaştığı yerleri daha iyi teşhis edebilirim. Belki. Denemeye değer. Araştıralım.

Pornografi nedir? Tabuların kendisinden başka bir amaca hizmet etmeksizin gösterilmesi mi? Duygularından ve karakterlerinden arındırılmış tiplerin, önceden ilan edilen şekillerde seks yapması mı?

Pornoda insani arzuların karmaşık dinamiği çalışmaz. Belirsiz alanlar yoktur ve cinsel eylem kendisinden ibarettir. Yani bir dolayıma girmez. Başka şeylerin, sevginin, nefretin, karakterlerin kişilik özelliklerinin gösterilen eylemde bir rolü yoktur. Başka bir şeye de hizmet etmez. Seks sahneleri olay örgüsündeki zincir halkalarından biri değildir. Tek bir halka vardır pornoda. Olaylar duygusal değişimlere evrilmez, karmaşıklaşmaz. Orada başlar ve biter. Hayatın sonsuz bağlarından koparılır insan, bedene indirgenir.

Sanat ise dolayımlı olmak zorundadır. Nesnenin kendisinden ibaretse gösterilen, burada bir sanat olamaz. Bir şeyi bir bağlam içinde, başka şeylerle dolayıma sokarak, onu bir çağrışım zenginliği içinde çoğaltarak anlatır sanat. Yani bir sanat filminde, (aslında tüm filmler, porno hariç, biraz sanat filmi olmak zorundadır, yoksa herhangi bir bakkalın önündeki kamera kaydının doksan dakikalık bir kesitine de sinema demek zorunda kalırız) seks sahneleri, ne kadar gerçekçi, açık penetrasyonlar ve her türlü pozisyon zenginliği içinde gösterilirse gösterilsin, bu parçalar olay örgüsüne hizmet ettiği, bize karakterlerin derinliklerine bakma imkanı verdiği ve duygusal etkileşimler sağladığı müddetçe, filmi porno kategorisine sokmaz.

Dogtooth’da ise porno bulaşığı var. Babanın ve işbirlikçisi annenin kurduğu kabus yönetim biçiminde hayatları kısıtlanan, zihinleri sakatlanan çocukların dramına dair çarpıcı etkiye, gösterilenin onda biri kadar cinsellik ve şiddetle ulaşılabilecekken ve hatta ulaşılmışken, bu sahnelerle seyirciyi kanırtmaya devam etmenin, oyuncuların biçimli bedenlerini farklı estetik açılardan göstermenin amacı ne?

Pornoya porno olarak karşı değilim. Porno sektörü içindeki sömürüye, porno türlerinin pekiştirdiği kadın düşmanlığına ve pornonun yol açtığı psikolojik hasara karşı eleştirilerimi yedekte tutarak söylüyorum. İnsanlığın en önemli parçalarından biri hayvanlığıdır ne de olsa. İnsan bu dolayımlama oyunundan, kültürden, medeniyetten sıkılır zaman zaman ve içindeki hayvanı diri tutmak için ona doğrudan deneyimler tattırır. İlkel toplumlardan bu yana süregelen kurban törenleri, savaşlar, muzafferlere mübah kılınmış tecavüzler, halka açık idamlar, her toplumda var olan fahişelik türleri ve uzun zamandır da porno, bir işlevi yerine getiriyor. Hayvanlığı tamamen öldürülmüş bir insanlık yok olacaktır. Porno da arzuların diri tutulması ve cinsel şiddetin fantezi düzeyinde tatmin edilerek hakiki düzleme çıkmasının önlenmesi açısından bir görev ifa ediyor. Bu mahrem malumun üzerindeki etiket açıkça pornodur ve o bakımdan da pornografiktir, yani kendisinden ibarettir. Yani dürüsttür.

Çağdaş sanatın üçkağıtçılığı burada rahatsız ediyor beni. Dürüst değil. Etiketinde sanat yazıyor ama içeriğinde büyük oranda porno var. Bilemiyorum, fazla muhafazakar bir tepki mi veriyorum? Pornoyu porno olarak bağrına basan bir insan olarak söylüyorum bunları. Dogtooth’u bu manada dürüst bulmadım. O fazlalık iyi bir şeye hizmet etmedi bende.

Tarantino filmlerindeki aşırılıkla ne farkı var peki? Onun farkı şurada, Tarantino insanları kesip biçmenin eğlenceli yanına, ahlaki bir kılıf giydirmeye zahmet ediyor. Kötüler ahlaki bir cezalandırma olarak öldürülüyor ve iyilerin kanlı ölümleri de, sonraki sahnelere hazırlanmaya, izleyicide kin biriktirip sondaki katarsiste doyuma ulaşmaya yarıyor. Şiddet olay örgüsü içinde veriliyor, karakterlerin motivasyonlarını belirleyici ve “türün” sınırlarını fazla aşmıyor. En önemlisi de şu: Tarantino seyirciyi eğlendirmeye çalışıyor. Ona eziyet etmek değil amacı. Lanthimos’a, Trier kadar olmasa da, gıcık olmamın birinci sebebi bu sanırım. Şımarıkça bizim üzerimizde ego mastürbasyonu yapmaya cüret etmiş. İkinci olarak da, yine bir kurnazlık ederek, çok önceden bitmiş olması gereken filmi, olgunlaştırmaya ve karmaşıklaştırmaya zahmet etmediğinden, porno sahneleriyle şişirerek bizi kazıklamaya çalışmış.

Eyy Lanthimos! Sen kimsin be! Kırmızı çizgilerimize dikkat et 😊

İyi akşamlar.

20 Mayıs 2023 Cumartesi

Edebi Eleştiri Üstüne

 

Genç bir arkadaşım şunu merak ediyor (sanırım): Bir edebi eseri iyi yapan şey nedir?

Bunu bana sormasının nedeni, benim sarsılmaz ve objektif bir takım kriterlerin sahibi gibi twitterdan ahkam kesip durmam. Berbat, mükemmel, sevdim, iğrenç, zayıf, şurası iyi vs. vs.

Bu boş özgüvenimi öyle yüksek perdeden dile getiriyorum ki, altında bir entelektüel sağlam zemin var sanılması doğal. Peki gerçekten böyle bir zemin var mı? Böyle bir zemin var olabilir mi? Ne kadar sağlam olabilir?

Bunları düşünürken yıllardır ihmal ettiğim bloğuma, tıkırtılı düşüneyim bari dedim. 

Öncelikle şuradan yola çıkıyorum. Bir edebi eser, gizli bir günlük değilse, okura hitaben yazılmıştır. O zaman onu iyi yapan şey, okurun beklentilerine hitap etmesidir. Okur ben olduğuma göre, benim beklentilerim en önemlisi. Kısmen kendi dışıma çıkıp, başka insanların varlığını da sezer gibi olduğumdan, onların beklentileri de, ancak bu minimal empati ve sempati becerim kadar, değerlendirmelerime girebilir. 

Ben ne bekliyorum bir kitaptan? Beni mutlu etmesini, eğlendirmesini, bana iyi zaman geçirtmesini, bilgilendirmesini, başka yaşamları, zamanları, mekanları deneyimletmesini, güldürmesini, ağlatmasını, şaşırtmasını, zamanı hızlandırmasını ve durdurmasını, fikirlerimi altüst etmesini ve biraz da bildiklerimi teyit etmesini bekliyorum. Pek çok ve bazıları çelişkili şeyler bekliyorum kısacası. Hepsi birden olmasa? Olur. Bunlardan birkaç tanesi azar azar bir araya geldiğinde tatmin olabilirim ya da hiçbiri yokken, sadece bir tanesi son derece doyurucu ise, onu tutup hepsinin üzerine de koyabilirim.

Yani oldukça subjektif kriterlerden bahsediyoruz. Benim komik bulduğum bir şey başkalarını iğrendirebilir. Mizah duygusu subjektiftir.

İyi de, gerçekten böyle midir? Ve nereye kadar subjektiftir? Mesela mizah duygusu?

Aynı şeye gülen iki insan yok mudur? Yani mizah TAM OLARAK subjektif ise, birini güldüren bir şeyin, diğerini asla güldürmemesi gerek. İnsanlar tam olarak ayrık ve benzemez olmalı. Ama öyle olmadıklarını biliyoruz. Salonlar dolusu insan aynı şakalara aynı anda kahkahalar koparıyor. Tek tük gülmeyen yok mu içlerinde? Onlar da var.

Birtakım beğenilerin ortaklaştığı akımlardan söz edebiliriz o zaman. Küçük derecikler, kuruyup kalan yalnız pınarlar, birleşerek nehirlere dönüşen kuvvetli zevkler…

Bu sübjektiflik nabızlarının birleşmesinden oluşan ana akım beğenilere geldik. Milyonlarca insan için sanatın en üst formunu oluşturan bir şey, mesela Spice Girls, neden şimdi bu kadar az dinleniyor? Önemsiz bir çaba mıydı Spice Girls?

Farklı ten renkleri ve karakterlerden müteşekkil kadınlardan oluşmuş bir grup. Scary Spice, Sporty Spice, Baby Spice, Ginger Spice ve Posh Spice. Kekik, karabiber, nane, isot gibi. Harika bir karışım. Mantraları da, sıkı durun, Girl Power imiş. Bakın bir felsefeleri de var. Farklılıkları içinde bir arada sanat üreten Güçlü Kadınlar… Çok kültürlü ve Feminist bir tavır. İlk albümleri 23 milyondan fazla satmış. Dünyada.

Bir sürü insanın ergenliğine damga vurmuşlardır kuşkusuz. Son otuz yılda Kierkegaard kaç kişiyi etkiledi? Eminim Spice Girls’ün binde biri kadar değildir. Ama onları çok DERİNDEN etkiledi ve KALICI olarak çağlar boyunca insanları etkilemeye devam edecek. Olabilir. Bunun üzerinde duralım. Yine de Spice Girls çok YÜZEYSEL  de olsa, ki tartışılır bu, o kadar çok insanı etkiledi ki bu kırıntıların toplamı dev bir etki meblağı yaratıyor.

Yani Spice Girls’ün Kierkegaard’dan felsefi anlamda daha etkili olduğunu, yeterli retorikle donanmış azimli bir trol iddia edebilir ve bu tür şeyler SUBJEKTİF olduğu için son kertede kimse ona aksini kanıtlayamaz.

Eğer bir edebi eserin iyi olduğuna karar verirken kendi beklenti ve beğenilerimden yola çıkıyorsam Spice Girls’ün şarkı sözlerinin Kierkegaard’ın kitaplarından üstün olduğunu çatır çatır savunabilirim.

Tabii burada şöyle pratik bir engel çıkıyor ortaya: Kierkegaard okumuş (ben okumadım) ve onun felsefesine hakim bir kişi, çok yüksek bir ihtimalle, eğer onun felsefi düşmanlarından biri değilse, Spice Girls’ü nitelik olarak Kierkegaard’ın üstüne koymayacaktır.

Neden?

Kierkegaard okuyanların ezici çoğunluğunun Spice Girls’ün müziğini saygın bir sanat formu olarak görmemeleri bir tür organize kıskançlık komplosu değilse, (O kadar güzel kadınlara hayatları boyunca dokunamayacakları için değersizleştirerek benliklerini diri tutma çabası) bunun altında ne var?

Bu bir tesadüf mü yoksa subjektiflik başka bir şey mi? İnsanın beğenileri, zevkleri, güzel ve iyi kavramları ne kadar kendisine aittir? Gerçekten eşsiz bir şekilde kendi ruhumuzun içinden mi çıkardık bunları? Bunlar önemli ama benim çok umurumda olmayan sorular olduğu için diğer paragrafa geçiyorum.

Yani yapmaya çalıştığım şey, üzerinde ayakta durmaya çalıştığımız objektiflik kayasının ne kadar cıvık bir maddeden yapılmış olduğunu göstermek. Ve aynı zamanda bunca zamandır ve bunca kalabalık yığınlar halinde bizi üzerinde taşıdığına göre, çok da gevşek bir malzeme olmadığının altını çizmek.

Dönelim başa. Bir kitaptan ne bekliyorum? Neyi bulduğumda o kitabı beğeniyorum.

1-Bir kitap, öncelikle okunabilir olmalı. Okunamaz derecede şiirselleşmiş, dolaylanmış, biçim oyunlarına girmişse, beni ilerideki sayfalara taşıyamadığı için, oradaki hazinelerin değerinden bağımsız olarak, o kitap benim açımdan değersizdir. Ama başkaları için değerli olabileceğini hissederim, bunu da ifade ederim.

2-Okunabilir olmak yetmez. Güzel bir dille yazılmış olmalı kitap. Öncelikle dil DOĞRU kullanılmış olmalı. Sonra GÜZEL de olabilir, o da artı puan getirir. Güzel dil, daha önce çokça kullanılan güzelliklerin, hani şu emile emile şekeri kaçmış sakızlar gibi artık miadını doldurmuş, çöpe gitme zamanı gelmiş klişe güzelliklerin bir benzeri olmamalı. ORİJİNAL bir güzellik olmalı. Bu riskli bir şeydir. YENİ her zaman risklidir.

3-Kitap kendi kendisinden ibaret olmamalı. Beni bir takım dışsal OLAYLARA, KARAKTERLERE, mekanlara taşımalı. Bir OLAY ÖRGÜSÜ olmalı, KURGU olmalı. Yani İÇERİK olmalı ve bu doğru BİÇİMLE bana ulaştırılmış olmalı.

4- Kitap GERÇEKÇİ olmalı. Yani okuru kendisine inandırmalı. Bu bir ejderha masalı bile olsa, kendi dünyasının gerçeklerine sadık olmalı anlatı. Karakterler yalpalamamalı, yalpaladığında da bunu makul bulacağım şekilde verilmeli olaylar. Diyaloglar karakterlerin ağzına yakışmalı.

5- Kitapta FİKİRLER ve DUYGULAR olmalı. Diğer şeyler yeterince güçlüyse bunlar olmasa da olur ama olduklarında, kitaba değer katarlar. Bazen de öyle yoğundur ki bu ikisi, diğer eksikleri telafi eder, büyük bir esere çevirebilirler kitabı.

6- ZAMANSIZ olmalı, tükenmemeli. Hem benim açımdan, tekrar kafamın içinde dönecek bir takım Felsefi ve Etik sorunlarıyla hem de başka çağlar ve coğrafyadaki insanlara da hitap eden bir EVRENSELLİK taşımasıyla kitap büyür.

7- Sonuç olarak kitabı okurken estetik, etik, entelektüel, mizahi ya da başka bir tür LEZZET almalıyım. Bunun neden olduğu ya da neden olmadığını çoğu zaman tam olarak anlayamayız. Kaba vuruşlarla oraya yaklaşmaya çalışırız.

8- Bir tür GUSTO geliştirir bazılarımız. Yemek konusunda, giyim konusunda ya da sanatta. Onlar bir tür eğitilmiş, deneyimli içgüdüyle nitelik terazileri olurlar. İyi derler, kötü derler. Kendi aralarında da anlaşamazlar, kavga ederler bazen. Yine de onları dinleyenler bulunur. Çünkü bunlar, temelde, yanlış da olsa kanaatlerini ikna edici bir dille izah ederler.

9-Bu bakımdan bir eleştiri yazısı da, bana göre, edebi bir dille yazılmalı. Tüvtürk muayene raporu gibi eleştiri olmaz. Eğlenceli olmalı. Acıtmalı. Güldürmeli. Birazcık da hakikat ihtiva etmeli.

Aklıma Gelen Birkaç Kaynak:

Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri

Yıldız Ecevit, Ben Buradayım (Diğer kitaplarına da bakılabilir sonra)

Edward Hallett Carr,  Dostoyevski

Henry Troyat, Gogol, Dostoyevski

Stefan Zweig, Üç Büyük Usta

Jale Parla, Don Kişottan Bugüne Roman

İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu

 

Aslında edebiyat teorisinden ve her türlü akademik metinden nefret ederim ama nasıl dişçilerden ve kıl dönmesi ameliyatlarından nefret etsek de onlarsız yaşayamıyorsak, biraz kuram da maalesef şart. Bu bakımdan ben, çok şükür okumam gerekenlerin en azını okuyarak kısmen paçayı kurtarmış şanslı bir insanım. Bahtin, Eagleton falan filan gibi tipleri okumadım. Okuduğum kadarını da çok şükür unuttum.

En önemli şey, bol bol edebi metin okuyarak kendi zevkimizi eğitmek. Ve özgüven. Allah herkese benim gibi cahil özgüveni versin diyerek herkesi saygıyla selamlıyorum.