6 Mart 2024 Çarşamba

Dune 2 (Çöl Aslanı Hz. Paul, Fetöcü Benne Geserit Paralel Yapılanmasına Karşı)

 

Bilmem hangi büyük günahımın cezasını bu dünyada çektirmek için, Tanrı bu akşam beni Dune filmine gönderdi. Bunun kendi başıma bulduğum iyi bir fikir olduğunu sanıyordum ama yine, genellikle olduğu gibi yanılmıştım. Nasıl bir hata yaptığımı anladığımda, bu gibi devasa hatalarda olduğu gibi, giren kurşunu çıkarmak yerine öbür taraftan delip geçmesine izin vermeye benzer şekilde, dişimi sıkarak sona ermesini beklemek en iyisi diye düşündüm ve filmin ortasında çıkmamayı zorlukla başardım. Yarım çekilmiş bir çileden ruhani bir arınma da elde edilemez çünkü. En iyisi mahvolurcasına acı çekmeye devam etmek ve hislerinin körelmesidir. Zaten bir süre sonra mazoşist bir haz almaya başlarsın.

Ayrıca, itiraf edeceğim, filmi sonuna kadar izlememin en büyük sebebi, hayır, ödediğim para değildi çünkü agora avm’de yalnızca 80 tl’ye bilet almıştım. Evet, doğru bildiğiniz, film bittiğinde biriktirdiğim işkence hatıralarıyla güzel bir boklama yazısı çiziktirip çektiğim acıları biraz olsun telafi edebilme umuduydu, beni o koltukta üç saat boyunca oturtan, ey dost.

Çünkü, bilmiyorum birazcık anlatabildim mi, gerçekten çıkmak istedim filmden. Bu saçmalığa kendimi neden maruz bırakıyorum diye uzun iç muhasebelerine girdim. Bir kum solucanı gibi çengellerle yakalanıp yeryüzüne çekilmiş, istemediğim bir yere doğru sürülüyor gibiydim. Ama kendi ayağımla gelmiştim sinemaya. Üstelik ilk filme de bayılmamıştım. Eh işte idi en iyimser ifadeyle. Bu film ilkinden çok iyi gibi yorumlar mı girdi kanıma, insan içine karışma arzum mu, sırf gece yarısı sinemaya gidebilme özgürlüğüm var diye mi mecbur hissettim kendimi, bilmiyorum.

Her neyse. Film nasıldı? Berbat diyemem aslında. Dramatik yapı acemice çatılmış, oyuncular kaş çatmalı, ıkınmalı epik ciddiyetleri içinde gülünç ve saçlı oğlanla ibrahim tatlıses’in gençliğine benzeyen kız arasındaki aşk acıklı derecede yapay olsa da, çok daha kötü filmler izledim. Aksiyon sahneleri yüksek desibelle kara murat sinematografisini birleştirip izleyiciyi doğduğuna pişman etme stratejisini çok da başarısız icra etmemişti. Tüm bu “prodüksiyon” yatırımının, “Avrupa’nın en büyük katlı otoparkı” vizyonuyla, abartarak heybetlendirilme çabası, emeğine sağlık dedirtti, en azından. Filmin savaşçı epikliğini, sevgili Cemil İpekçinin pala bıyıklarına benzettim. Bu da filmin güzel yanlarından biriydi.

İdeolojik olarak? Afgan Fremen mücahitlerinin önce Baron  Vladimir Putin, şey pardon Harkonnen, sonra da Amerikalı demokrat dede tipli imparatoru topraklarından def etmesi, içimi biraz gıcıkladı, ne yalan söyleyeyim. En son, maalesef itiraf edelim, bundan çok daha iyi bir çöl dekorunda devrimci mücadele temalı kült film olan Çağrı’da böyle duygulanmıştım. Bu filmin oryantalist baharat kokulu romantizmiyse, Hindistan’a gidip yedi kişinin tecavüzüne uğrayan turistin masumiyetini düşündürdü bana.

Mehdi olmakla alemci bir delikanlı olmak arasında salınan yavru köpek bakışlı erkek güzeli Paul Atreides ve ona küsüp giden, her baktığımda Küçük İbo’yu anımsadığım diklenmeden dik duran ve tam bir “rakı kadınına” benzeyen mantinatosu arasındaki çalkantılı ilişki nereye evrilir, bir devam hikayesi, evliliğin insanlık dışı hallerini hicveden Kuvvetli Bir Alkış tarzında bir film gelir mi, bilmiyorum. Ama gelirse, kesinlikle ona da gideceğimi biliyorum.

22 Aralık 2023 Cuma

Erlend Loe, Mal Sayımı

 

Erlend Loe’nin Mal Sayımı romanı basit dili, tek boyutlu karikatürize kişileri, cüzdana ve çantaya yük olmayan mütevazı hacmi ve minimum çabayla maksimum entelektüellik hissi veren basit İskandinav tasarımıyla kitlelere kolayca ulaşabilmiş bir eser. Kısa ve basit cümleler, müşfik bir dadının küçük parçalara böldüğü yemeği bir bebeğin ağzına beslemesindeki akıcılığı andırır şekilde okurun zihnine veriliyor. Mizahın bebeksi doğrudanlığı, içindeki kadın düşmanı baharatları perdelemiş, hikayeyi kundaklamış. İkea tasarımlarını cazip kılan bütün unsurlar bu kitabın da popülerliğini açıklıyor. Steril bir düzen içindeki konfor ve rahatlık hissi, dağınıklığı bir suç olmaktan çıkarıyor, sağa sola serpiştirilen renkli battaniye ve minderlerle dört köşe tasarımlar dengeleniyor. Ekonomik, kolay monte edilebilir, yaşam tarzımızı oluşturan diğer unsurlarla kolayca kombinlenebilen bir ürün.

İyi mi? Eh. Günümüz Türkçesi ile ifade edilecek olursak, overrated bir roman. Adapazarı ağzıyla, balon.

Kötü bir roman mı? Berbat ve okunamaz değil. Vasat ama iddiasız bir vasat. Bu da onu affedilir yapıyor. Büyük şeyler yapmaya çalışıp altında kalmamış. Basit bir hikaye anlatmaya niyetlenmiş, iyi kötü anlatmış da. Bu postmodern iddiasızlık, insan türünün kültürel zirvelerini oluşturan hırs, yetenek, deliliğe varan bir kendini aşma çabası ve ancak en parlak, şaşaalı, büyük ve sıra dışı olanın muteber sayıldığı binlerce yıllık insanlık tarihine çok zıt ve ancak büyük bir ekonomik ve kültürel sermayenin üzerine kurulduktan sonra, bir mirasyedinin rahatlığı ile şık görünebilir, ki Avrupa buna sahip. O yüzden bu stil kuzeyli dostlarımıza yakışırken bizim gibi henüz tüyünü düzmemiş ülkelerde biraz uyumsuz görünüyor. Ve maalesef daha gerçek sorunlarımızı henüz halletmemişken, tavuk döner yiyip bir sonraki ayın kirasıyla boğuşurken, varoluşsal sancılar, bıkkınlık, zihinsel rehavete sürükleyen bir kayıtsızlık hali edebiyatın konusu olunca, ülkemizde “derdini seveyim” şeklinde eleştirilerin hedefi olabiliyor.

Her neyse. Romana dönelim. Gerçi romandan ziyade novella denebilir belki. O kadar basit, kısa, numarasız ve öngörülebilir ki, neredeyse çocuksu bir masumiyeti var. Fakat başkarakter olarak hicvedilen yaşlı “bayan” şair Nina Faber şeytansı da bir tip. Bu tezat ilgimi çekti en çok. Yazar burada bir şey başarmış, bunu söyleyebilirim en azından. İşkence, zorbalık ve cinayetlerle örülen hikaye, öyle serinkanlı ve umursamaz, öyle sentetik bir yerden işlenmiş ki çizgi filmlerde herkesin birbirini öldürmesinin hoş bir komikliğe indirgenmesine benzer bir etkiye ulaşmış. Eleştirmenlerin sığlığı, gaddarlığı, insani duygulardan yoksunluğu, kötü kedi şerafettin gibi ortalarda yargı dağıtarak dolaşan, virüs misali bulaşacak yer arayan narsist deli Nina’yı dengeliyor. Herkesin eşit derecede kötü olduğu, bu yüzden kimsenin kötü olmadığı zararsız bir dünya inşa ediyor. Nina’yı delirten şartlar, ona bir tür haklılık kazandırmış gibi görünse de, bana yazarın düşmanca duygularını gizlemesinin bir aracı gibi göründü. Kısacası, Nina karakterini kadın düşmanı bir saldırı gibi okudum ki, aslında ben de çok feminist bir Meriç sayılmam.

Bu kadar analizi hak eden bir şey yok esasında kitapta ama Kuzey edebiyatına olan yoğun teveccüh dikkatimi çektiği için birkaç cümle karalamak istedim. Bu ilginin temelinde bir tür kültürel öykünme var sanıyorum. İkea mobilyaların arasında otururken, şöyle bir gezinti yapmak istediğimizde, tercihimizi kuzeye kalkan bir seferden yana kullanmamız şaşırtıcı değil. Okumak biraz da bir yerlere gezmeye gitmek değil midir? O ruh ve dil dünyasına, yaşam tarzına, dünyayı algılayış şekline bir seyahat. Erlend Loe ya da diğer Norveçli, İsveçli yazarları okurken hoş bir aldanışın da tadını çıkarıyoruz. Sanki az önce bahsettiğim şekilde, öğle yemeğinde tavuk döner yememişiz, kredi kartı borçlarımız birikmemiş, metrobüste arkamıza dayanan Afganlı’nın baharatlı nefesi ensemizi ısıtmamış, üst kattaki çocuk tepinmeleri, karı koca höykürmeleri, kapı önlerindeki şekilsiz ayakkabı yığınlarından yayılan buram buram yaşanmışlık kokuları bize evimize kadar eşlik etmemişçesine, lattemizi yudumlarken müreffeh bir dünyanın mensubuymuşuz gibi kitabımızla seyahate çıkıyoruz. Hem bu kitapta, hem de Dag Solstad ya da Knausgaard’ın kitaplarında karşıma bolca çıkan uzun navigasyon parçalarının böyle de bir işlevi olsa gerek. Falanca caddeyi geçtim, bilmemne sokağına girdim, falan filan opera binasının karşısındaki şöyle böyle parkında oturdum vs.

Neyse. Kitaba dönecek olursak, önemli bir kitap değil. Okunmasa da olur. Basit ve sıradan. Bizim eski ve yeni pek çok yazarımız bundan daha iyi. Bu üslubu okumak istiyorsak, Murakami’nin ilk romanları, Auster vs vs, başka bir sürü seçenek var. Norveçlilerin edebi zevkine dair bende bir soru işareti oluştu. Bir yandan Knut Hamsun gibi dev bir yazarları var, diğer yandan bu uzun boylu, soluk tenli milletin en sevdikleri şiir şuymuş, kitaptan alıntılıyorum: “Bu hayali sürdürüyoruz; harika şeylerin olacağının, olmak zorunda olduğunun – zamanın açılacağının, yüreğin açılacağının, kapıların açılacağının, pınarların fışkıracağının, rüyanın açılacağının... Bir sabah vakti, hiç bilmediğimiz daracık bir koya süzüleceğimizin hayalini.” (Sf.  82) Bu parça Olav H. Hauge’nin Bu O Rüya adlı şiirinden imiş ve Norveç halkının en sevdiği şiir seçilmiş. Ne bu şimdi? Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, bu şiir mi? Herhangi bir lise talebesi bununla bana gelse, boşver kanka, sayısala yönel, derdim.

Çeviride kaybolan bir güzellik mi yanıltıyor beni? Şiir Norveççede belki de büyüleyicidir, bilemiyorum. Ama sanmıyorum. Basit, çocuksu, yavan. Beceri istemeyen bir düzlük var burada. İngilizcede simpleton diye bir kelime vardır. Avanak, ahmak, salak anlamlarına gelir. Simple basit demek, malum. Yani düzlüğün, basitliğin fazlası, zarar diyelim.

5 Eylül 2023 Salı

Dogtooth Filmi Porno Mu?

 


 

Öncelikle film fena değil. Distopyanın dünyaya bu kadar yakın ve sade bir dille kurulmuş olmasını sevdim. Aile sahipleniciliği terörü, çocuklarına pençelerine geçirmiş onların büyümesine engel olmaya çalışan canavar anne baba temalarını severim. Şiddetin, zorbalığın, beyin yıkamanın, istismarın çekirdek merkezi olarak bir aile üzerinden insanlık hallerinin anlatılması fikri de güzel. Oyuncular gayet iyi, sinematografi güzel, buluşlar parlak.

İyi de filmdeki şiddet ve cinsellik neye hizmet ediyor? Yaratılan dogmatik ve baskıcı ataerkil dünyanın dehşetini, saçmalığını aktarmaya mı? Evet, kesinlikle buna hizmet ediyor. Tüm o kanlı, travmatik istismar sahneleri bize bir korku evi atmosferi sunuyor. Ama tek kurşunla ölecek birine yirmi kurşun sıkmak neden? Bize o dünyanın dehşetini aktardıktan sonra, birbirine benzer bir sürü ensest, işkence ve psikolojik şiddet sahneleriyle üstümüze bombalar atmaya neden devam ediyor yönetmen? Acaba amacı bir hikaye anlatmak mı, yoksa kendi görsel fetişlerini tatmin için sinemayı araçsallaştırıyor mu? Üstelik sadece kendi zevklerinden ibaret değil mesele, zayıf kızları seks oyuncakları gibi kullanarak, sapkın bir çocuğun legolarıyla dev bir penis inşa etmesine benzer bir süreçle, çeşitli hayallerini gerçekleştirdi, tamam. Bununla bitmiyor, seyirci de rahatsız edilmeli. Bunu da anlıyorum. Sanatın her türlüsü ortalama insanın konforunu bozmak, onu rahatsız etmek ister. Yeni bakış açıları kazanmak için yerleştiğimiz yerlerimizden itilerek kaldırılmalıyız. Gayet makul. Ama bu itekleme, bu tatlı sert rahatsız edicilik tırnak sökmeli, ıslatıp dövmeli bir işkenceye doğru evrilirken, sanatçıya bir tanrı kutsiyeti vererek ondan gelen her şeye boynumuzu büküp bekleyecek miyiz? Dahası bu amaçsız işkencede ilahi manalar keşfetmek için entelektüel birikimimizi imdada çağırarak cilt cilt tefsirler mi düzeceğiz?

Burada sanat sineması seyircisini, evine merdiven dayayıp elinde bıçakla içeri girmeye çalışan ortadoğulu mülteciye, kibar bir dille bunun uygun bir davranış olmadığını, sorunlarını konuşarak çözebileceğini söyleyerek durdurmaya çalışan çaresiz ve iğdiş edilmiş İsveçli ev sahibine benzetiyorum. Seyirci kendisine yönelen apaçık şiddet eyleminin şiddet olduğunu tespit etmekten aciz. Bunu görmemek için inanılmaz yorumlama mekanizmaları geliştirmiş, bir fanatik dindarın tevil mekanizmalarıyla paralel şekilde, tüm o saçmalıklar içinde iflah olmaz bir hikmet arayıcısına dönüştürmüş kendisini. Trier sinemasının tutkunu o koca koca insanlar bu yozlaşmadan yeni zevkler edinerek çıkmış hatta ve Trier’le bir tür sado-mazo ilişki kurmuşlar. Aşağılanmaktan, üzerlerine tükürülüp dövülmekten zevk alıyorlar. Bu noktada yetişkinlerin çeşitli cinsel fantezileri olabileceğini kabul etmekten, karşılıklı rıza ve tarafların bilinci yerinde olduğu müddetçe buna karışamayacağımızı ifade etmekten başka ne söyleyebiliriz? Kimseye karışamam ama kendi adıma, Lars von trier’in filmlerini dayanılmaz bulmamın sebebi bu. Yönetmen seyirciye bir amaç olmaksızın, bir dolayım kurmaksızın, sırf işkence etmek için işkence ediyor.

Biraz abarttım mı? Evet. Abartmayı severim. Ama bu sayede büyüteç altına aldığımız bazı şeyleri daha iyi görebiliriz. Yani mesela Dogtooth filmine bir tür porno dersem, evet haksızlık olur ama pornonun tanımını yaparak filme bu gözle bakarsam, onun pornoya yaklaştığı yerleri daha iyi teşhis edebilirim. Belki. Denemeye değer. Araştıralım.

Pornografi nedir? Tabuların kendisinden başka bir amaca hizmet etmeksizin gösterilmesi mi? Duygularından ve karakterlerinden arındırılmış tiplerin, önceden ilan edilen şekillerde seks yapması mı?

Pornoda insani arzuların karmaşık dinamiği çalışmaz. Belirsiz alanlar yoktur ve cinsel eylem kendisinden ibarettir. Yani bir dolayıma girmez. Başka şeylerin, sevginin, nefretin, karakterlerin kişilik özelliklerinin gösterilen eylemde bir rolü yoktur. Başka bir şeye de hizmet etmez. Seks sahneleri olay örgüsündeki zincir halkalarından biri değildir. Tek bir halka vardır pornoda. Olaylar duygusal değişimlere evrilmez, karmaşıklaşmaz. Orada başlar ve biter. Hayatın sonsuz bağlarından koparılır insan, bedene indirgenir.

Sanat ise dolayımlı olmak zorundadır. Nesnenin kendisinden ibaretse gösterilen, burada bir sanat olamaz. Bir şeyi bir bağlam içinde, başka şeylerle dolayıma sokarak, onu bir çağrışım zenginliği içinde çoğaltarak anlatır sanat. Yani bir sanat filminde, (aslında tüm filmler, porno hariç, biraz sanat filmi olmak zorundadır, yoksa herhangi bir bakkalın önündeki kamera kaydının doksan dakikalık bir kesitine de sinema demek zorunda kalırız) seks sahneleri, ne kadar gerçekçi, açık penetrasyonlar ve her türlü pozisyon zenginliği içinde gösterilirse gösterilsin, bu parçalar olay örgüsüne hizmet ettiği, bize karakterlerin derinliklerine bakma imkanı verdiği ve duygusal etkileşimler sağladığı müddetçe, filmi porno kategorisine sokmaz.

Dogtooth’da ise porno bulaşığı var. Babanın ve işbirlikçisi annenin kurduğu kabus yönetim biçiminde hayatları kısıtlanan, zihinleri sakatlanan çocukların dramına dair çarpıcı etkiye, gösterilenin onda biri kadar cinsellik ve şiddetle ulaşılabilecekken ve hatta ulaşılmışken, bu sahnelerle seyirciyi kanırtmaya devam etmenin, oyuncuların biçimli bedenlerini farklı estetik açılardan göstermenin amacı ne?

Pornoya porno olarak karşı değilim. Porno sektörü içindeki sömürüye, porno türlerinin pekiştirdiği kadın düşmanlığına ve pornonun yol açtığı psikolojik hasara karşı eleştirilerimi yedekte tutarak söylüyorum. İnsanlığın en önemli parçalarından biri hayvanlığıdır ne de olsa. İnsan bu dolayımlama oyunundan, kültürden, medeniyetten sıkılır zaman zaman ve içindeki hayvanı diri tutmak için ona doğrudan deneyimler tattırır. İlkel toplumlardan bu yana süregelen kurban törenleri, savaşlar, muzafferlere mübah kılınmış tecavüzler, halka açık idamlar, her toplumda var olan fahişelik türleri ve uzun zamandır da porno, bir işlevi yerine getiriyor. Hayvanlığı tamamen öldürülmüş bir insanlık yok olacaktır. Porno da arzuların diri tutulması ve cinsel şiddetin fantezi düzeyinde tatmin edilerek hakiki düzleme çıkmasının önlenmesi açısından bir görev ifa ediyor. Bu mahrem malumun üzerindeki etiket açıkça pornodur ve o bakımdan da pornografiktir, yani kendisinden ibarettir. Yani dürüsttür.

Çağdaş sanatın üçkağıtçılığı burada rahatsız ediyor beni. Dürüst değil. Etiketinde sanat yazıyor ama içeriğinde büyük oranda porno var. Bilemiyorum, fazla muhafazakar bir tepki mi veriyorum? Pornoyu porno olarak bağrına basan bir insan olarak söylüyorum bunları. Dogtooth’u bu manada dürüst bulmadım. O fazlalık iyi bir şeye hizmet etmedi bende.

Tarantino filmlerindeki aşırılıkla ne farkı var peki? Onun farkı şurada, Tarantino insanları kesip biçmenin eğlenceli yanına, ahlaki bir kılıf giydirmeye zahmet ediyor. Kötüler ahlaki bir cezalandırma olarak öldürülüyor ve iyilerin kanlı ölümleri de, sonraki sahnelere hazırlanmaya, izleyicide kin biriktirip sondaki katarsiste doyuma ulaşmaya yarıyor. Şiddet olay örgüsü içinde veriliyor, karakterlerin motivasyonlarını belirleyici ve “türün” sınırlarını fazla aşmıyor. En önemlisi de şu: Tarantino seyirciyi eğlendirmeye çalışıyor. Ona eziyet etmek değil amacı. Lanthimos’a, Trier kadar olmasa da, gıcık olmamın birinci sebebi bu sanırım. Şımarıkça bizim üzerimizde ego mastürbasyonu yapmaya cüret etmiş. İkinci olarak da, yine bir kurnazlık ederek, çok önceden bitmiş olması gereken filmi, olgunlaştırmaya ve karmaşıklaştırmaya zahmet etmediğinden, porno sahneleriyle şişirerek bizi kazıklamaya çalışmış.

Eyy Lanthimos! Sen kimsin be! Kırmızı çizgilerimize dikkat et 😊

İyi akşamlar.

20 Mayıs 2023 Cumartesi

Edebi Eleştiri Üstüne

 

Genç bir arkadaşım şunu merak ediyor (sanırım): Bir edebi eseri iyi yapan şey nedir?

Bunu bana sormasının nedeni, benim sarsılmaz ve objektif bir takım kriterlerin sahibi gibi twitterdan ahkam kesip durmam. Berbat, mükemmel, sevdim, iğrenç, zayıf, şurası iyi vs. vs.

Bu boş özgüvenimi öyle yüksek perdeden dile getiriyorum ki, altında bir entelektüel sağlam zemin var sanılması doğal. Peki gerçekten böyle bir zemin var mı? Böyle bir zemin var olabilir mi? Ne kadar sağlam olabilir?

Bunları düşünürken yıllardır ihmal ettiğim bloğuma, tıkırtılı düşüneyim bari dedim. 

Öncelikle şuradan yola çıkıyorum. Bir edebi eser, gizli bir günlük değilse, okura hitaben yazılmıştır. O zaman onu iyi yapan şey, okurun beklentilerine hitap etmesidir. Okur ben olduğuma göre, benim beklentilerim en önemlisi. Kısmen kendi dışıma çıkıp, başka insanların varlığını da sezer gibi olduğumdan, onların beklentileri de, ancak bu minimal empati ve sempati becerim kadar, değerlendirmelerime girebilir. 

Ben ne bekliyorum bir kitaptan? Beni mutlu etmesini, eğlendirmesini, bana iyi zaman geçirtmesini, bilgilendirmesini, başka yaşamları, zamanları, mekanları deneyimletmesini, güldürmesini, ağlatmasını, şaşırtmasını, zamanı hızlandırmasını ve durdurmasını, fikirlerimi altüst etmesini ve biraz da bildiklerimi teyit etmesini bekliyorum. Pek çok ve bazıları çelişkili şeyler bekliyorum kısacası. Hepsi birden olmasa? Olur. Bunlardan birkaç tanesi azar azar bir araya geldiğinde tatmin olabilirim ya da hiçbiri yokken, sadece bir tanesi son derece doyurucu ise, onu tutup hepsinin üzerine de koyabilirim.

Yani oldukça subjektif kriterlerden bahsediyoruz. Benim komik bulduğum bir şey başkalarını iğrendirebilir. Mizah duygusu subjektiftir.

İyi de, gerçekten böyle midir? Ve nereye kadar subjektiftir? Mesela mizah duygusu?

Aynı şeye gülen iki insan yok mudur? Yani mizah TAM OLARAK subjektif ise, birini güldüren bir şeyin, diğerini asla güldürmemesi gerek. İnsanlar tam olarak ayrık ve benzemez olmalı. Ama öyle olmadıklarını biliyoruz. Salonlar dolusu insan aynı şakalara aynı anda kahkahalar koparıyor. Tek tük gülmeyen yok mu içlerinde? Onlar da var.

Birtakım beğenilerin ortaklaştığı akımlardan söz edebiliriz o zaman. Küçük derecikler, kuruyup kalan yalnız pınarlar, birleşerek nehirlere dönüşen kuvvetli zevkler…

Bu sübjektiflik nabızlarının birleşmesinden oluşan ana akım beğenilere geldik. Milyonlarca insan için sanatın en üst formunu oluşturan bir şey, mesela Spice Girls, neden şimdi bu kadar az dinleniyor? Önemsiz bir çaba mıydı Spice Girls?

Farklı ten renkleri ve karakterlerden müteşekkil kadınlardan oluşmuş bir grup. Scary Spice, Sporty Spice, Baby Spice, Ginger Spice ve Posh Spice. Kekik, karabiber, nane, isot gibi. Harika bir karışım. Mantraları da, sıkı durun, Girl Power imiş. Bakın bir felsefeleri de var. Farklılıkları içinde bir arada sanat üreten Güçlü Kadınlar… Çok kültürlü ve Feminist bir tavır. İlk albümleri 23 milyondan fazla satmış. Dünyada.

Bir sürü insanın ergenliğine damga vurmuşlardır kuşkusuz. Son otuz yılda Kierkegaard kaç kişiyi etkiledi? Eminim Spice Girls’ün binde biri kadar değildir. Ama onları çok DERİNDEN etkiledi ve KALICI olarak çağlar boyunca insanları etkilemeye devam edecek. Olabilir. Bunun üzerinde duralım. Yine de Spice Girls çok YÜZEYSEL  de olsa, ki tartışılır bu, o kadar çok insanı etkiledi ki bu kırıntıların toplamı dev bir etki meblağı yaratıyor.

Yani Spice Girls’ün Kierkegaard’dan felsefi anlamda daha etkili olduğunu, yeterli retorikle donanmış azimli bir trol iddia edebilir ve bu tür şeyler SUBJEKTİF olduğu için son kertede kimse ona aksini kanıtlayamaz.

Eğer bir edebi eserin iyi olduğuna karar verirken kendi beklenti ve beğenilerimden yola çıkıyorsam Spice Girls’ün şarkı sözlerinin Kierkegaard’ın kitaplarından üstün olduğunu çatır çatır savunabilirim.

Tabii burada şöyle pratik bir engel çıkıyor ortaya: Kierkegaard okumuş (ben okumadım) ve onun felsefesine hakim bir kişi, çok yüksek bir ihtimalle, eğer onun felsefi düşmanlarından biri değilse, Spice Girls’ü nitelik olarak Kierkegaard’ın üstüne koymayacaktır.

Neden?

Kierkegaard okuyanların ezici çoğunluğunun Spice Girls’ün müziğini saygın bir sanat formu olarak görmemeleri bir tür organize kıskançlık komplosu değilse, (O kadar güzel kadınlara hayatları boyunca dokunamayacakları için değersizleştirerek benliklerini diri tutma çabası) bunun altında ne var?

Bu bir tesadüf mü yoksa subjektiflik başka bir şey mi? İnsanın beğenileri, zevkleri, güzel ve iyi kavramları ne kadar kendisine aittir? Gerçekten eşsiz bir şekilde kendi ruhumuzun içinden mi çıkardık bunları? Bunlar önemli ama benim çok umurumda olmayan sorular olduğu için diğer paragrafa geçiyorum.

Yani yapmaya çalıştığım şey, üzerinde ayakta durmaya çalıştığımız objektiflik kayasının ne kadar cıvık bir maddeden yapılmış olduğunu göstermek. Ve aynı zamanda bunca zamandır ve bunca kalabalık yığınlar halinde bizi üzerinde taşıdığına göre, çok da gevşek bir malzeme olmadığının altını çizmek.

Dönelim başa. Bir kitaptan ne bekliyorum? Neyi bulduğumda o kitabı beğeniyorum.

1-Bir kitap, öncelikle okunabilir olmalı. Okunamaz derecede şiirselleşmiş, dolaylanmış, biçim oyunlarına girmişse, beni ilerideki sayfalara taşıyamadığı için, oradaki hazinelerin değerinden bağımsız olarak, o kitap benim açımdan değersizdir. Ama başkaları için değerli olabileceğini hissederim, bunu da ifade ederim.

2-Okunabilir olmak yetmez. Güzel bir dille yazılmış olmalı kitap. Öncelikle dil DOĞRU kullanılmış olmalı. Sonra GÜZEL de olabilir, o da artı puan getirir. Güzel dil, daha önce çokça kullanılan güzelliklerin, hani şu emile emile şekeri kaçmış sakızlar gibi artık miadını doldurmuş, çöpe gitme zamanı gelmiş klişe güzelliklerin bir benzeri olmamalı. ORİJİNAL bir güzellik olmalı. Bu riskli bir şeydir. YENİ her zaman risklidir.

3-Kitap kendi kendisinden ibaret olmamalı. Beni bir takım dışsal OLAYLARA, KARAKTERLERE, mekanlara taşımalı. Bir OLAY ÖRGÜSÜ olmalı, KURGU olmalı. Yani İÇERİK olmalı ve bu doğru BİÇİMLE bana ulaştırılmış olmalı.

4- Kitap GERÇEKÇİ olmalı. Yani okuru kendisine inandırmalı. Bu bir ejderha masalı bile olsa, kendi dünyasının gerçeklerine sadık olmalı anlatı. Karakterler yalpalamamalı, yalpaladığında da bunu makul bulacağım şekilde verilmeli olaylar. Diyaloglar karakterlerin ağzına yakışmalı.

5- Kitapta FİKİRLER ve DUYGULAR olmalı. Diğer şeyler yeterince güçlüyse bunlar olmasa da olur ama olduklarında, kitaba değer katarlar. Bazen de öyle yoğundur ki bu ikisi, diğer eksikleri telafi eder, büyük bir esere çevirebilirler kitabı.

6- ZAMANSIZ olmalı, tükenmemeli. Hem benim açımdan, tekrar kafamın içinde dönecek bir takım Felsefi ve Etik sorunlarıyla hem de başka çağlar ve coğrafyadaki insanlara da hitap eden bir EVRENSELLİK taşımasıyla kitap büyür.

7- Sonuç olarak kitabı okurken estetik, etik, entelektüel, mizahi ya da başka bir tür LEZZET almalıyım. Bunun neden olduğu ya da neden olmadığını çoğu zaman tam olarak anlayamayız. Kaba vuruşlarla oraya yaklaşmaya çalışırız.

8- Bir tür GUSTO geliştirir bazılarımız. Yemek konusunda, giyim konusunda ya da sanatta. Onlar bir tür eğitilmiş, deneyimli içgüdüyle nitelik terazileri olurlar. İyi derler, kötü derler. Kendi aralarında da anlaşamazlar, kavga ederler bazen. Yine de onları dinleyenler bulunur. Çünkü bunlar, temelde, yanlış da olsa kanaatlerini ikna edici bir dille izah ederler.

9-Bu bakımdan bir eleştiri yazısı da, bana göre, edebi bir dille yazılmalı. Tüvtürk muayene raporu gibi eleştiri olmaz. Eğlenceli olmalı. Acıtmalı. Güldürmeli. Birazcık da hakikat ihtiva etmeli.

Aklıma Gelen Birkaç Kaynak:

Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri

Yıldız Ecevit, Ben Buradayım (Diğer kitaplarına da bakılabilir sonra)

Edward Hallett Carr,  Dostoyevski

Henry Troyat, Gogol, Dostoyevski

Stefan Zweig, Üç Büyük Usta

Jale Parla, Don Kişottan Bugüne Roman

İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu

 

Aslında edebiyat teorisinden ve her türlü akademik metinden nefret ederim ama nasıl dişçilerden ve kıl dönmesi ameliyatlarından nefret etsek de onlarsız yaşayamıyorsak, biraz kuram da maalesef şart. Bu bakımdan ben, çok şükür okumam gerekenlerin en azını okuyarak kısmen paçayı kurtarmış şanslı bir insanım. Bahtin, Eagleton falan filan gibi tipleri okumadım. Okuduğum kadarını da çok şükür unuttum.

En önemli şey, bol bol edebi metin okuyarak kendi zevkimizi eğitmek. Ve özgüven. Allah herkese benim gibi cahil özgüveni versin diyerek herkesi saygıyla selamlıyorum.

 

 


4 Ekim 2021 Pazartesi

Tavşan Dibe Vurdu ya da Rabbit Redux, John Updike

Şimdilik şöyle dursun:


john updike'ın türkçede alef yayınevi tarafından tavşan dibe vurdu adıyla basılmış büyük romanı. tavşan serisinin ikinci romanıdır. ilk roman tavşan kaç da yine alef tarafından basılmıştı. iki kitabın da çevirmeni meram arvas. romanın sık sık şiire yakınsayan, çağrışımlı, derin ve zengin dilini çevirmekte meram hanımı gayet başarılı buldum. zor bir metnin altından kalkmış. kitabın ingilizcesini okumadım ama türkçede bana bir dil lezzeti yaşattı.

bir tek nokta var gözüme takılan: yunan tokmakçı stavros'a bir iki yerde yağ tulumu dediğini yazmış meram hanım. bu muhtemelen, amerikalıların meksikalı ve ortadoğulular için aşağılayıcı bir ifade olarak kullandıkları greaseball. o dönem bu yabancılar kafalarına bolca jöle çalarak başlarını parlak bir yağ topuna benzettikleri, bu da beyaz amerikalılara tamircilerin yağ silmek için kullanıp sonra da dertop ettiği üstüpü bezlerini anımsattığı için ortaya çıkmış argo bir laf. bunun türkçesi jöle kafa ya da pis ortadoğulu ya da devesiken gibi bir şey olabilirdi. çünkü stavros şişman bir adam değil. güzel, seksi bir vücudu var. kadınları da keklik gibi tek tek, kolayca avlıyor.

bu önemsiz ayrıntının üzerinden atladıktan sonra romana gelelim.

john updike faulkner kalibresinde bir yazar. o kadar dev olmasa da, ona yakın. faulkner'ı okumak çok daha zor. updike daha rahat içine girilebilen bir yazar. buna rağmen, faulkner türkiye'de hemen her kitap meraklısının evine girmişken updike'ın bu kadar az okunması, bilinmesi, çevrilmesi, beni üzdü. yani elbette ondan bir dan brown popülerliği beklemiyorum ama bir sürü antin kuntin, yarak kürek bunalım prensi ve prensesini, kendi vatandaşlarının bile ezici çoğunluğu daha onlardan haberdar olmamışken, belarus, polonya, norveç, peru, zart zurt ülkelerden bulup getirip yayınlayan, konuşan, hatta onlar için fan kulüpler kuran türk edebiyatı, neden updike'a bu kadar bigane kaldı? 

neyse, çemkirme session sona erdiğine göre biraz da romandan bahsedelim.

spoiler olabilir.

serinin ilk kitabında eski yıldız basketçi tavşan harry toplumun onu kapatmaya çalıştığı evlilik ve babalık kapanından koşarak kaçmış ama takati kesilince kürkçü dükkanına dönmüş idi. burada aradan on yıl geçmiş, harry bir matbaada mavi yaka olarak ömür tüketiyor ve nelson isimli mahdumu ve janice denen karısı ile duygusuz, donuk bir hayat sürüyor. harry'nin arkadaşı yok. iş çıkışı babasıyla iki bira içip eve dönüyor. genel olarak her şeye tepkisiz ama ara sıra çıkardığı dikenlerini bileyip hazırda tutmayı da ihmal etmemiş. ince laf sokuşturmalarla alanını muhafaza ediyor.

derken bir gün janice, başkasına kaçıyor ve tavşanın hayatında dev bir boşluk oluşuyor. bu boşluğa evden kaçmış bir hippie kız ile yarı deli, fanatik bir zenci yerleşince, karşımıza beyaz amerikanın içinde bir ur gibi aykırı ve tehlikeli bir ev çıkıyor. adeta bir şer odağı, mahalleyi tehdit eden bir yuvalanma.

bişiyler bişiyler oluyor, genellikle kötü şeyler ve sonra daha da kötü bir şeyler. neticede çark dönmeye devam ediyor.

tavşan çok özel bir karakter. en büyük özelliği direnmemesi. dervişane bir tarafı var. başına gelenlere uyum sağlıyor. çok güçlü kanaatleri ve inançları olmadığı için, özdeğerini yüzeysel şeylerle kurmadığı için, karşısına çıkan tuhaf insanların onu etkilemesine izin veriyor. iyi ve kötü hakkında, ahlaki aksiyon hakkında gevşek bir duruşu var. bu nedenle bağıra bağıra gelmekte olan trajediyi önlemek için bir şey yapmıyor ama tüm suçu da ona atamıyorum. romandaki insanların tamamı, başlarına ne geldiyse, biraz da kendileri yolunu açıyor bunun. küçük jill mesela. onun kurban olması çok dokunaklı. ama tavşan'ı cahil ve taşkafalı olmakla suçluyor, kibirle ona tepeden bakıyordu. zenci arkadaşı ile birlikte onu eğiteceklerdi. bu felaketi araya araya buldu, başına kendi elleriyle sardı.

bu bizi daha derin bir başka soruya götürüyor: insanların kendi yaşamlarını mahvetmelerine seyirci kalmak ne kadar etiktir? kendini mahvetmek konusunda azimli, kararlı bir insanı bu hedefinden vazgeçirebilir miyiz? yani yıkım ve trajedi kaçınılmaz bir yazgı ise, bununla nafile yere mücadele etmek yerine, yıkımdan önceki küçük muhteşemliklerin buruk zevkini çıkararak boyun eğmek, akış içinde bir kibrit çöpü tevazuu ile cüzi irademizden istifa etmek...

tavşan biraz böyle bir adam. ne varlığa seviniyor, ne yokluğa yeriniyor. amerika denen koca çağlayanın onu savurduğu yerlerde manzaraya bakabildiği kadar bakıyor. vietnam savaşıyla ilgili savunusu da bundan. savaşın ve mahvoluşun kaçınılmaz bir görev olduğunu kabul etmiş. birileri ölmeli. bu katliamın sorumluluğunu tarih onların sırtına yüklemiş. bu biraz antik dönemin anaerkil inançlarına benziyor. toprağa düşen bir tohum ölmeden yeni bir başak meydana gelmez. kadın kanamalıdır, ölmelidir ki yeni bir hayat doğsun o cinayet mekanından. böylece ölüm, yaşamın ayrılmaz, zaruri bir parçasıdır.

bu kabullenişle birlikte önünde yeni bir bilgelik alanı açılıyor insanın. tavşan ancak bu haleti ruhiye ve ideolojik konumlanma ile jill ile skeeter'ın aşağılayıcı cinsel münasebetinde sanatsal, belki de biraz ilahi bir güzellik bulabiliyor.

ama, onun dünyasından çıkıp kendi gözlerimin arkasına yerleştiğim zaman, olan bitenden pek memnun kalmadığımı ifade etmeliyim. neden bu genç kız kurban edildi ve şeytan zenci sıyrıldı kaçtı? acaba bu yazarın sinsi bir planı mıydı? cezalandırılmasını istediğimiz zenci şeytan sonunda hak ettiği adaletle karşılaşmıyor. böylece bu yarım kalmışlık hali, bizde bir hınç olarak devam ediyor. tavşan harry ve updike, beyazların işlediği suçları unutturarak, aklımızda bir kötü zenci imgesiyle bizi bırakıyorlar. ambarın yanında, kararmış ekinlerin içine doğru kaçan, keçi sakallı, ince bacaklı bir tecavüzcü, manipülatör şeytan.

evet, çok derin analizlere müsait, nefis bir roman. ne yazık ki yazarın üslubundan, ağır dil işçiliğinden, imgelerle patlayan atmosferinden layıkıyla söz edemedim. belki daha sonra tekrar denerim.


24 Kasım 2019 Pazar

sınırın güneyinde güneşin batısında - haruki murakami

kötü bir kitap değil, iyi de denebilir ama murakami'nin en iyilerinden diyemeyiz. kitap yazmak yemek yapmaya benzetilebilirse -kim bize engel olacak, benzettik bile- bu kitapta bazı şeylerin çoğaltılıp bazı şeylerin azaltılmasıyla lezzet arttırılabilir diye düşünüyorum. hani tuzu eksiktir, baharatı fazladır, gibi. (murakami de işte böyle laklakçı bir adam, onu taklit ediyorum.)

murakaminin raymond carver, raymond chandler ve hemingway gibi amerikalılardan ne kadar etkilendiği malum. sert, yalnız, suskun adam, gizemli işlerin içine giriyor. erkeksi laflar ediyor. kaba ve bencil görüntünün altında duygusal hatta kırılgan bir kalbi var. çok şey görmüş, geçirmiş. çok gerekmedikçe bu damıtılmış bilgeliğini konuşturmuyor ama bazen o sert yüreği yarılıyor ve ortaya inci gibi aforizmalar dökülüyor.

özellikle kitabın sonu bana raymond carver'ın katedralini hatırlattı. bu gizem, yaratılıp dünyaya fırlatılmış olmanın getirdiği bu acı dolu mutluluk duygusu. falan filan.

hacime'nin ve de özellikle şimamato'nun coolluk katsayısı biraz düşürülse daha iyi olurmuş. fazla aforizma yüklüler. fazla kasıntı geliyorlar.

cinselliğin betimlendiği sahneler biraz garip olmuş. naturel ile erotik arasında kararsız. tabu yıkıcam derken tuhaf.

hacime'nin karısı ve kızlarıyla ilişkisi biraz yüzeysel geçilmiş. zülfü yare değmemek için olsa gerek.

onun dışında tekrar bir karıştırdım da kitap çok hoş. neden? ana omurgası dosdoğru da ondan. aristo'nun poetikasında buyurduğu gibi, kurgu her şeydir. karakter ancak ikinci planda kalmalıdır.

tek çocuk olarak doğan ve bencil, yalnız ve mutsuz olmayı kültürel bir kader olarak alınyazısında taşıyan iki çocuğun (birisi üstelik topal) hikayesi güzelce girilip, geliştirilip, ayrılmış ve tekrar birleştirilmiş. iki kişi sever, kavuşamazsa aşk olur hesabı.

tabi bir de murakami'nin cazibesinin yarısını borçlu olduğu şeyi anmadan geçmeyelim: cool bir yaşam tarzı. arkaya döşediği müzikler, marka kıyafetler, sabah sporla başlayan, akşam jazz barda kokteyl yudumlayarak bitirilen bir günlük program. ismet özel hariç herkesin arzuladığı bir amerikan yaşam tarzı. amerikan kültürel hegemonyasını samimiyetle benimseyerek bunu üretici bir zemine dönüştürmesi herhalde onun en büyük başarısı. çünkü bir sanat eseri bütünlüklü bir dünya arayışıdır. bir dünya kurarken onu a'dan z'ye döşemen, donatman gerekir. bu karakterin dünya görüşü ne, ne yer ne içer, ne giyer, ne dinler, hangi arabaya biner, aşktan anladığı ne, nasıl sevişir falan filan. böyle bütünlüklü, dört başı mamur bir dünyayı benimseyerek onun üzerinde eser bina edilince, çok daha tutarlı çalışabilirsin. bizim edebiyatımızı kaplayan doğu-batı çatışmasının, yazarları ne kadar yorduğunu, başka şeylere yoğunlaşmalarına nasıl da mani olduğunu bu kitabı okurken bir kez daha düşündüm.

ve süleyman seyfi öğün hocamın asimile olmanın güzellikleriyle ilgili sözlerini hatırladım. asimile olmak, başka büyük bir karışımın içine kendimizi de dahil ederek erimek, kendimiz olarak kalmakta inat etmeye nazaran daha sahici, daha samimi, daha "doğal" sonuçlar üretiyor olamaz mı?

bu yoldan gidersek, büyük romancımız orhan pamuk efendi acaba doğuyu mıncıklamaktan, tekrar tekrar yamayıp pazara çıkarmaktan vazgeçip bir amerikalı olduğunu kabul etse ve kendi bencil hikayelerini bencilce yazsa daha başarılı olur muydu? belki nobel alamazdı ama en azından murakami gibi biraz müzik zevki, biraz yaşam zevki edinebilirdi herhalde.

ripley su altında - patricia highsmith

ripley serisinin son kitabı. 1991'de yayınlanmış. sayın highsmith ise 1995'te öldüğüne göre başka bir ripley yazılmayacak. böyle bir serinin sona ermesi çok hüzünlü geldi bana. ripleyciliğin sonu. her şey sona ermiyor mu? roma imparatorluğu yıkılmadı mı? yine de üzücü.

özellikle bu kitabı aristokrasinin son direnme çabaları olarak okudum. aristokratlar bayrağı düşürünce, yüksek kültür ve yaşam standartlarını korumak, ripley gibi sıradışı muhafazakarlara kalıyor, onlar tutuyor cepheyi. sanki.

neyse. çok beğendim kitabı. kendi ripley dünyasında elbette. başımdan buna benzer bir komşu geçimsizliği vakası geçtiği için -tabi ben kimseyi öldürmedim ama öldürmeyi istedim kesinlikle- bu tatlı tatlı uzatılan gerilim sinirlerimi gıdıkladı, bana sado-mazo hazlar tattırdı.

bir çeşit tuhafların/devlerin savaşını okuduk bu kitapta. iki garip insan. ama birisi yıkıcı, birisi yapıcı.

bu serinin neden bu kadar popüler olduğunu düşünüyorum. çok mükemmel bir kurgu da yok, dil de. ağır edebiyat sayılmaz. hafif edebiyata gelince, bundan çok daha kanlı, heyecanlı, akıcı, merak uyandırıcı kitaplar vardır mutlaka. düzinelerce. ama bu seri rafine yaşam arzulayan, azgın azınlığa hitap ediyor galiba. paris taşrasında bir taş ev, geniş bir meyve bahçesi, çiçek dolu bir sera. usta bir aşçı ve sadık bir hizmetkar. kuğu gibi süzülen, can sıkıcı sorular sormayan bir eş. garajda üç araba. aşağıda şarap dolu bir mahzen. yeterince mesafeli, kültürlü komşular. dev bahçıvan henri. londra'ya zaman zaman düzenlenen sanat gezileri, resimler, galeriler, şık sohbetler. sonra eve, meşe döşemelerin tanıdık kokusuna geri dönmenin yürek okşayan duygusallığı. bir roma konsülü de bu çeşit hazlarla çevrelenmiş olarak yaşıyordu muhtemelen.

bu bir fantazi mi? beynimize ekilen tektip bir yutturmaca mı? yoksa icat edilmesine gerek olmayan evrensel bir doğru mu? ege'de bir taş ev, zeytinlerin arasında. serin akşamlarda verandaya oturup şarap içmek falan. eski yunan düşleri belki de nesilden nesile toplumsal bilinçaltına işlemiştir. emeklilik yaklaştıkça insanın dün ne yediğini zar zor hatırlarken çocukluğuna dair hatıraları canlanır derler ya, belki de bizim bir topluluk olarak çocukluğumuz olan eski grek medeniyet günlerine dair hatıralarımız bizi ege'ye çekiyor. :)