9 Ağustos 2024 Cuma

Thomas Bernhard - Wittgenstein'ın Yeğeni

Thomas Bernhard ile tanışma kitabım. Çok sevdim. Bernhard Dostoyevski'nin durmadan sızlanan duygusal kahramanları gibi, ama acılarını abartarak karikatürize eden ve oradan çıkardığı mizahla hayata tutunan bir yazar. Acıdan yükselerek erdeme, ahlaka, sevgiye ulaşmaya çalışmıyor Dosto'dan farklı olarak. Acı merdiveni o üst kata dayanmayınca düşüyor ve komedi oluyor. 

Bernhard karmakarışık fakat son derece lezzetli bir dille bize dostundan söz ediyor. Ünlü felsefecinin yeğeni Paul Wittgenstein. Kendisi gibi sinirli, dengesiz ve sevimli bir deli. Tam manasıyla egzantirik karakterler bunlar. Herhangi bir memurun sıradan hayatını anlatmadığının tekrar altını çizeyim.

Kolay görünen bir tür bu. Yazar kendi sesiyle konuşacaksa bu, olgun, renkli, zengin, başkalarına saldırdığı kadar kendisiyle de alay etmeyi bilecek şekilde mizah duygusuna bağlı ve adaletli bir karakterin sesi olmalı. Dırdırcı, sızlanan, nefret dolu bu adamı çekici kılan şey işte bu sahicilik ısrarı ve mizah.

Biçim ve içeriğin bu tam örtüşmesinde klasik edebiyatın yazar mesafesi ve kurgu teknikleri yok. Cazip bir samimiyet var. Taklit etmesi çok güç bir doğallık. Ben de böyle tatlı tatlı anlatayım, edebiyat olsun diyenler kendilerine sormalı, Bernhard kadar ilginç bir kişi miyim? Tamam, her insan anlatılmayı hak eder ama bu, genellikle bin türlü parlatma, ayıklama ve kurgulama ile mümkün olur. Bernhard gibilerse kendi başlarına, hiçbir sosa, terbiye ya da yancıya ihtiyaç duymadan, alevli tabaklar olmadan da ilginçtir, lezzetlidir.

Tabii şunun da altını kalınca çizmek gerek, Bernhard bu kitabında kendisini değil arkadaşını anlatmaya çalışmış. Yani ben dilinin kuyusuna inmiş o bile burada, kendi dışına çıkmaya çabalamış.

Kitabın sonunda Orhan Pamuk'tan harika bir Bernhard yazısı var. İki savaş arası dönemde edebiyatı ele geçiren "ekonomik" anlayıştan bahsediyor. Kısa cümle, kapalı duygu, mesafe, az tekrar vs. Bernhard bunların zıddına giden bir adam.

Evet, sanatta ekoller vardır. Marks'ın dediği gibi (öyle mi demiş bilmiyorum gerçi de) üst yapı alt yapının bir toplumsal yansıması ise, ki kesinlikle öyledir, yazarlar üretim ilişkilerinin, yaşam biçimlerinin, kültürel koşulların ürünleri olarak belli yataklarda akmaya zorlanan ırmaklara benzetilebilir. Zaman zaman ırmak taşar, kaçak evleri yıkar, başka bir koldan akar. Zaman zaman, uzun zamanların ardından, usul usul yatağını da değiştirir. Her neyse. Bir şeylerin değiştiğinde ve bunun tesadüf olmadığında anlaşabiliriz en azından.

Bununla birlikte dünya homojen bir yer değil. Dünya belli dergilerde üslenmiş öykücülere benzemiyor başka bir deyişle. Ancak damarlardan, yataklardan söz edebiliriz. Bu da ne olursa olsun bireyin ölmediğini göstermez mi? Birey bu iğrenç bireycilik çağında bile, korkunç toplumsal çağlarda aldığı ölümcül yaralara karşın, ölmemeyi başarmaktadır. Birey olma ahmaklığına cesaret eden kişinin cüretinin cezasını çekeceğini biliyoruz

Demek istediğim, bazen Ege mutfağını, bazen de Güneydoğu sofrasını sevebiliriz. Bunlardan biri öbürüne mutlak olarak üstün sayılamaz. Zaman zaman Ege mutfağını göklere çıkarıp, bir vakit sonra hınçla ona saldırıyorsam, bu yalnızca dengesiz bir kişiliğin hezeyanları değil, sanatın beni zorunlu olarak ittiği minimal cinnetlerin bir tezahürü. En azından böyle inanmak istiyorum. Bernhard ve sevgili dostu Paul de öyle. Tutkulu, uçları seven kişiler. Onlara sadece dengesiz deliler olarak bakamayız. Onlar sanatçı. O bakımdan, şahsi olarak da çok sevdim.