Bilmem hangi büyük günahımın cezasını
bu dünyada çektirmek için, Tanrı bu akşam beni Dune filmine gönderdi. Bunun
kendi başıma bulduğum iyi bir fikir olduğunu sanıyordum ama yine, genellikle
olduğu gibi yanılmıştım. Nasıl bir hata yaptığımı anladığımda, bu gibi devasa
hatalarda olduğu gibi, giren kurşunu çıkarmak yerine öbür taraftan delip
geçmesine izin vermeye benzer şekilde, dişimi sıkarak sona ermesini beklemek en
iyisi diye düşündüm ve filmin ortasında çıkmamayı zorlukla başardım. Yarım çekilmiş
bir çileden ruhani bir arınma da elde edilemez çünkü. En iyisi mahvolurcasına
acı çekmeye devam etmek ve hislerinin körelmesidir. Zaten bir süre sonra mazoşist bir haz almaya başlarsın.
Ayrıca, itiraf edeceğim, filmi
sonuna kadar izlememin en büyük sebebi, hayır, ödediğim para değildi çünkü agora
avm’de yalnızca 80 tl’ye bilet almıştım. Evet, doğru bildiğiniz, film
bittiğinde biriktirdiğim işkence hatıralarıyla güzel bir boklama yazısı
çiziktirip çektiğim acıları biraz olsun telafi edebilme umuduydu, beni o
koltukta üç saat boyunca oturtan, ey dost.
Çünkü, bilmiyorum birazcık
anlatabildim mi, gerçekten çıkmak istedim filmden. Bu saçmalığa kendimi neden
maruz bırakıyorum diye uzun iç muhasebelerine girdim. Bir kum solucanı gibi
çengellerle yakalanıp yeryüzüne çekilmiş, istemediğim bir yere doğru sürülüyor
gibiydim. Ama kendi ayağımla gelmiştim sinemaya. Üstelik ilk filme de
bayılmamıştım. Eh işte idi en iyimser ifadeyle. Bu film ilkinden çok iyi gibi
yorumlar mı girdi kanıma, insan içine karışma arzum mu, sırf gece yarısı sinemaya
gidebilme özgürlüğüm var diye mi mecbur hissettim kendimi, bilmiyorum.
Her neyse. Film nasıldı? Berbat
diyemem aslında. Dramatik yapı acemice çatılmış, oyuncular kaş çatmalı,
ıkınmalı epik ciddiyetleri içinde gülünç ve saçlı oğlanla ibrahim tatlıses’in
gençliğine benzeyen kız arasındaki aşk acıklı derecede yapay olsa da, çok daha
kötü filmler izledim. Aksiyon sahneleri yüksek desibelle kara murat
sinematografisini birleştirip izleyiciyi doğduğuna pişman etme stratejisini çok
da başarısız icra etmemişti. Tüm bu “prodüksiyon” yatırımının, “Avrupa’nın en
büyük katlı otoparkı” vizyonuyla, abartarak heybetlendirilme çabası, emeğine
sağlık dedirtti, en azından. Filmin savaşçı epikliğini, sevgili Cemil İpekçinin
pala bıyıklarına benzettim. Bu da filmin güzel yanlarından biriydi.
İdeolojik olarak? Afgan Fremen
mücahitlerinin önce Baron Vladimir Putin,
şey pardon Harkonnen, sonra da Amerikalı demokrat dede tipli imparatoru
topraklarından def etmesi, içimi biraz gıcıkladı, ne yalan söyleyeyim. En son,
maalesef itiraf edelim, bundan çok daha iyi bir çöl dekorunda devrimci mücadele
temalı kült film olan Çağrı’da böyle duygulanmıştım. Bu filmin oryantalist
baharat kokulu romantizmiyse, Hindistan’a gidip yedi kişinin tecavüzüne uğrayan
turistin masumiyetini düşündürdü bana.
Mehdi olmakla alemci bir
delikanlı olmak arasında salınan yavru köpek bakışlı erkek güzeli Paul Atreides
ve ona küsüp giden, her baktığımda Küçük İbo’yu anımsadığım diklenmeden dik
duran ve tam bir “rakı kadınına” benzeyen mantinatosu arasındaki çalkantılı ilişki
nereye evrilir, bir devam hikayesi, evliliğin insanlık dışı hallerini hicveden
Kuvvetli Bir Alkış tarzında bir film gelir mi, bilmiyorum. Ama gelirse,
kesinlikle ona da gideceğimi biliyorum.