6 Mart 2024 Çarşamba

Dune 2 (Çöl Aslanı Hz. Paul, Fetöcü Benne Geserit Paralel Yapılanmasına Karşı)

 

Bilmem hangi büyük günahımın cezasını bu dünyada çektirmek için, Tanrı bu akşam beni Dune filmine gönderdi. Bunun kendi başıma bulduğum iyi bir fikir olduğunu sanıyordum ama yine, genellikle olduğu gibi yanılmıştım. Nasıl bir hata yaptığımı anladığımda, bu gibi devasa hatalarda olduğu gibi, giren kurşunu çıkarmak yerine öbür taraftan delip geçmesine izin vermeye benzer şekilde, dişimi sıkarak sona ermesini beklemek en iyisi diye düşündüm ve filmin ortasında çıkmamayı zorlukla başardım. Yarım çekilmiş bir çileden ruhani bir arınma da elde edilemez çünkü. En iyisi mahvolurcasına acı çekmeye devam etmek ve hislerinin körelmesidir. Zaten bir süre sonra mazoşist bir haz almaya başlarsın.

Ayrıca, itiraf edeceğim, filmi sonuna kadar izlememin en büyük sebebi, hayır, ödediğim para değildi çünkü agora avm’de yalnızca 80 tl’ye bilet almıştım. Evet, doğru bildiğiniz, film bittiğinde biriktirdiğim işkence hatıralarıyla güzel bir boklama yazısı çiziktirip çektiğim acıları biraz olsun telafi edebilme umuduydu, beni o koltukta üç saat boyunca oturtan, ey dost.

Çünkü, bilmiyorum birazcık anlatabildim mi, gerçekten çıkmak istedim filmden. Bu saçmalığa kendimi neden maruz bırakıyorum diye uzun iç muhasebelerine girdim. Bir kum solucanı gibi çengellerle yakalanıp yeryüzüne çekilmiş, istemediğim bir yere doğru sürülüyor gibiydim. Ama kendi ayağımla gelmiştim sinemaya. Üstelik ilk filme de bayılmamıştım. Eh işte idi en iyimser ifadeyle. Bu film ilkinden çok iyi gibi yorumlar mı girdi kanıma, insan içine karışma arzum mu, sırf gece yarısı sinemaya gidebilme özgürlüğüm var diye mi mecbur hissettim kendimi, bilmiyorum.

Her neyse. Film nasıldı? Berbat diyemem aslında. Dramatik yapı acemice çatılmış, oyuncular kaş çatmalı, ıkınmalı epik ciddiyetleri içinde gülünç ve saçlı oğlanla ibrahim tatlıses’in gençliğine benzeyen kız arasındaki aşk acıklı derecede yapay olsa da, çok daha kötü filmler izledim. Aksiyon sahneleri yüksek desibelle kara murat sinematografisini birleştirip izleyiciyi doğduğuna pişman etme stratejisini çok da başarısız icra etmemişti. Tüm bu “prodüksiyon” yatırımının, “Avrupa’nın en büyük katlı otoparkı” vizyonuyla, abartarak heybetlendirilme çabası, emeğine sağlık dedirtti, en azından. Filmin savaşçı epikliğini, sevgili Cemil İpekçinin pala bıyıklarına benzettim. Bu da filmin güzel yanlarından biriydi.

İdeolojik olarak? Afgan Fremen mücahitlerinin önce Baron  Vladimir Putin, şey pardon Harkonnen, sonra da Amerikalı demokrat dede tipli imparatoru topraklarından def etmesi, içimi biraz gıcıkladı, ne yalan söyleyeyim. En son, maalesef itiraf edelim, bundan çok daha iyi bir çöl dekorunda devrimci mücadele temalı kült film olan Çağrı’da böyle duygulanmıştım. Bu filmin oryantalist baharat kokulu romantizmiyse, Hindistan’a gidip yedi kişinin tecavüzüne uğrayan turistin masumiyetini düşündürdü bana.

Mehdi olmakla alemci bir delikanlı olmak arasında salınan yavru köpek bakışlı erkek güzeli Paul Atreides ve ona küsüp giden, her baktığımda Küçük İbo’yu anımsadığım diklenmeden dik duran ve tam bir “rakı kadınına” benzeyen mantinatosu arasındaki çalkantılı ilişki nereye evrilir, bir devam hikayesi, evliliğin insanlık dışı hallerini hicveden Kuvvetli Bir Alkış tarzında bir film gelir mi, bilmiyorum. Ama gelirse, kesinlikle ona da gideceğimi biliyorum.