Erlend Loe’nin Mal Sayımı romanı basit dili, tek boyutlu karikatürize
kişileri, cüzdana ve çantaya yük olmayan mütevazı hacmi ve minimum çabayla maksimum
entelektüellik hissi veren basit İskandinav tasarımıyla kitlelere kolayca ulaşabilmiş
bir eser. Kısa ve basit cümleler, müşfik bir dadının küçük parçalara böldüğü yemeği
bir bebeğin ağzına beslemesindeki akıcılığı andırır şekilde okurun zihnine veriliyor.
Mizahın bebeksi doğrudanlığı, içindeki kadın düşmanı baharatları perdelemiş, hikayeyi
kundaklamış. İkea tasarımlarını cazip kılan bütün unsurlar bu kitabın da popülerliğini
açıklıyor. Steril bir düzen içindeki konfor ve rahatlık hissi, dağınıklığı bir suç
olmaktan çıkarıyor, sağa sola serpiştirilen renkli battaniye ve minderlerle dört
köşe tasarımlar dengeleniyor. Ekonomik, kolay monte edilebilir, yaşam tarzımızı
oluşturan diğer unsurlarla kolayca kombinlenebilen bir ürün.
İyi mi? Eh. Günümüz Türkçesi ile ifade edilecek olursak, overrated
bir roman. Adapazarı ağzıyla, balon.
Kötü bir roman mı? Berbat ve okunamaz değil. Vasat ama iddiasız
bir vasat. Bu da onu affedilir yapıyor. Büyük şeyler yapmaya çalışıp altında kalmamış.
Basit bir hikaye anlatmaya niyetlenmiş, iyi kötü anlatmış da. Bu postmodern iddiasızlık,
insan türünün kültürel zirvelerini oluşturan hırs, yetenek, deliliğe varan bir kendini
aşma çabası ve ancak en parlak, şaşaalı, büyük ve sıra dışı olanın muteber sayıldığı
binlerce yıllık insanlık tarihine çok zıt ve ancak büyük bir ekonomik ve kültürel
sermayenin üzerine kurulduktan sonra, bir mirasyedinin rahatlığı ile şık görünebilir,
ki Avrupa buna sahip. O yüzden bu stil kuzeyli dostlarımıza yakışırken bizim gibi
henüz tüyünü düzmemiş ülkelerde biraz uyumsuz görünüyor. Ve maalesef daha gerçek
sorunlarımızı henüz halletmemişken, tavuk döner yiyip bir sonraki ayın kirasıyla
boğuşurken, varoluşsal sancılar, bıkkınlık, zihinsel rehavete sürükleyen bir kayıtsızlık
hali edebiyatın konusu olunca, ülkemizde “derdini seveyim” şeklinde eleştirilerin
hedefi olabiliyor.
Her neyse. Romana dönelim. Gerçi romandan ziyade novella denebilir
belki. O kadar basit, kısa, numarasız ve öngörülebilir ki, neredeyse çocuksu bir
masumiyeti var. Fakat başkarakter olarak hicvedilen yaşlı “bayan” şair Nina Faber
şeytansı da bir tip. Bu tezat ilgimi çekti en çok. Yazar burada bir şey başarmış,
bunu söyleyebilirim en azından. İşkence, zorbalık ve cinayetlerle örülen hikaye,
öyle serinkanlı ve umursamaz, öyle sentetik bir yerden işlenmiş ki çizgi filmlerde
herkesin birbirini öldürmesinin hoş bir komikliğe indirgenmesine benzer bir etkiye
ulaşmış. Eleştirmenlerin sığlığı, gaddarlığı, insani duygulardan yoksunluğu, kötü
kedi şerafettin gibi ortalarda yargı dağıtarak dolaşan, virüs misali bulaşacak yer
arayan narsist deli Nina’yı dengeliyor. Herkesin eşit derecede kötü olduğu, bu yüzden
kimsenin kötü olmadığı zararsız bir dünya inşa ediyor. Nina’yı delirten şartlar,
ona bir tür haklılık kazandırmış gibi görünse de, bana yazarın düşmanca duygularını
gizlemesinin bir aracı gibi göründü. Kısacası, Nina karakterini kadın düşmanı bir
saldırı gibi okudum ki, aslında ben de çok feminist bir Meriç sayılmam.
Bu kadar analizi hak eden bir şey yok esasında kitapta ama Kuzey
edebiyatına olan yoğun teveccüh dikkatimi çektiği için birkaç cümle karalamak istedim.
Bu ilginin temelinde bir tür kültürel öykünme var sanıyorum. İkea mobilyaların arasında
otururken, şöyle bir gezinti yapmak istediğimizde, tercihimizi kuzeye kalkan bir
seferden yana kullanmamız şaşırtıcı değil. Okumak biraz da bir yerlere gezmeye gitmek
değil midir? O ruh ve dil dünyasına, yaşam tarzına, dünyayı algılayış şekline bir
seyahat. Erlend Loe ya da diğer Norveçli, İsveçli yazarları okurken hoş bir aldanışın
da tadını çıkarıyoruz. Sanki az önce bahsettiğim şekilde, öğle yemeğinde tavuk döner
yememişiz, kredi kartı borçlarımız birikmemiş, metrobüste arkamıza dayanan Afganlı’nın
baharatlı nefesi ensemizi ısıtmamış, üst kattaki çocuk tepinmeleri, karı koca höykürmeleri,
kapı önlerindeki şekilsiz ayakkabı yığınlarından yayılan buram buram yaşanmışlık
kokuları bize evimize kadar eşlik etmemişçesine, lattemizi yudumlarken müreffeh
bir dünyanın mensubuymuşuz gibi kitabımızla seyahate çıkıyoruz. Hem bu kitapta,
hem de Dag Solstad ya da Knausgaard’ın kitaplarında karşıma bolca çıkan uzun navigasyon
parçalarının böyle de bir işlevi olsa gerek. Falanca caddeyi geçtim, bilmemne sokağına
girdim, falan filan opera binasının karşısındaki şöyle böyle parkında oturdum vs.
Neyse. Kitaba dönecek olursak, önemli bir kitap değil. Okunmasa
da olur. Basit ve sıradan. Bizim eski ve yeni pek çok yazarımız bundan daha iyi.
Bu üslubu okumak istiyorsak, Murakami’nin ilk romanları, Auster vs vs, başka bir
sürü seçenek var. Norveçlilerin edebi zevkine dair bende bir soru işareti oluştu.
Bir yandan Knut Hamsun gibi dev bir yazarları var, diğer yandan bu uzun boylu, soluk
tenli milletin en sevdikleri şiir şuymuş, kitaptan alıntılıyorum: “Bu hayali sürdürüyoruz;
harika şeylerin olacağının, olmak zorunda olduğunun – zamanın açılacağının, yüreğin
açılacağının, kapıların açılacağının, pınarların fışkıracağının, rüyanın açılacağının...
Bir sabah vakti, hiç bilmediğimiz daracık bir koya süzüleceğimizin hayalini.” (Sf. 82) Bu parça Olav H. Hauge’nin Bu O Rüya adlı
şiirinden imiş ve Norveç halkının en sevdiği şiir seçilmiş. Ne bu şimdi? Elinizi
vicdanınıza koyup söyleyin, bu şiir mi? Herhangi bir lise talebesi bununla bana
gelse, boşver kanka, sayısala yönel, derdim.
Çeviride kaybolan bir güzellik mi yanıltıyor beni? Şiir Norveççede
belki de büyüleyicidir, bilemiyorum. Ama sanmıyorum. Basit, çocuksu, yavan. Beceri
istemeyen bir düzlük var burada. İngilizcede simpleton diye bir kelime vardır. Avanak,
ahmak, salak anlamlarına gelir. Simple basit demek, malum. Yani düzlüğün, basitliğin
fazlası, zarar diyelim.