Şimdilik şöyle dursun:
john updike'ın türkçede alef yayınevi tarafından tavşan dibe
vurdu adıyla basılmış büyük romanı. tavşan serisinin ikinci romanıdır. ilk
roman tavşan kaç da yine alef tarafından basılmıştı. iki kitabın da çevirmeni
meram arvas. romanın sık sık şiire yakınsayan, çağrışımlı, derin ve zengin
dilini çevirmekte meram hanımı gayet başarılı buldum. zor bir metnin altından
kalkmış. kitabın ingilizcesini okumadım ama türkçede bana bir dil lezzeti
yaşattı.
bir tek nokta var gözüme takılan: yunan tokmakçı stavros'a
bir iki yerde yağ tulumu dediğini yazmış meram hanım. bu muhtemelen,
amerikalıların meksikalı ve ortadoğulular için aşağılayıcı bir ifade olarak
kullandıkları greaseball. o dönem bu yabancılar kafalarına bolca jöle çalarak
başlarını parlak bir yağ topuna benzettikleri, bu da beyaz amerikalılara
tamircilerin yağ silmek için kullanıp sonra da dertop ettiği üstüpü bezlerini
anımsattığı için ortaya çıkmış argo bir laf. bunun türkçesi jöle kafa ya da pis
ortadoğulu ya da devesiken gibi bir şey olabilirdi. çünkü stavros şişman bir
adam değil. güzel, seksi bir vücudu var. kadınları da keklik gibi tek tek,
kolayca avlıyor.
bu önemsiz ayrıntının üzerinden atladıktan sonra romana
gelelim.
john updike faulkner kalibresinde bir yazar. o kadar dev
olmasa da, ona yakın. faulkner'ı okumak çok daha zor. updike daha rahat içine
girilebilen bir yazar. buna rağmen, faulkner türkiye'de hemen her kitap
meraklısının evine girmişken updike'ın bu kadar az okunması, bilinmesi,
çevrilmesi, beni üzdü. yani elbette ondan bir dan brown popülerliği
beklemiyorum ama bir sürü antin kuntin, yarak kürek bunalım prensi ve
prensesini, kendi vatandaşlarının bile ezici çoğunluğu daha onlardan haberdar
olmamışken, belarus, polonya, norveç, peru, zart zurt ülkelerden bulup getirip
yayınlayan, konuşan, hatta onlar için fan kulüpler kuran türk edebiyatı, neden
updike'a bu kadar bigane kaldı?
neyse, çemkirme session sona erdiğine göre biraz da romandan
bahsedelim.
spoiler olabilir.
serinin ilk kitabında eski yıldız basketçi tavşan harry
toplumun onu kapatmaya çalıştığı evlilik ve babalık kapanından koşarak kaçmış
ama takati kesilince kürkçü dükkanına dönmüş idi. burada aradan on yıl geçmiş,
harry bir matbaada mavi yaka olarak ömür tüketiyor ve nelson isimli mahdumu ve
janice denen karısı ile duygusuz, donuk bir hayat sürüyor. harry'nin arkadaşı
yok. iş çıkışı babasıyla iki bira içip eve dönüyor. genel olarak her şeye
tepkisiz ama ara sıra çıkardığı dikenlerini bileyip hazırda tutmayı da ihmal
etmemiş. ince laf sokuşturmalarla alanını muhafaza ediyor.
derken bir gün janice, başkasına kaçıyor ve tavşanın
hayatında dev bir boşluk oluşuyor. bu boşluğa evden kaçmış bir hippie kız ile
yarı deli, fanatik bir zenci yerleşince, karşımıza beyaz amerikanın içinde bir
ur gibi aykırı ve tehlikeli bir ev çıkıyor. adeta bir şer odağı, mahalleyi
tehdit eden bir yuvalanma.
bişiyler bişiyler oluyor, genellikle kötü şeyler ve sonra
daha da kötü bir şeyler. neticede çark dönmeye devam ediyor.
tavşan çok özel bir karakter. en büyük özelliği direnmemesi.
dervişane bir tarafı var. başına gelenlere uyum sağlıyor. çok güçlü kanaatleri
ve inançları olmadığı için, özdeğerini yüzeysel şeylerle kurmadığı için,
karşısına çıkan tuhaf insanların onu etkilemesine izin veriyor. iyi ve kötü
hakkında, ahlaki aksiyon hakkında gevşek bir duruşu var. bu nedenle bağıra
bağıra gelmekte olan trajediyi önlemek için bir şey yapmıyor ama tüm suçu da
ona atamıyorum. romandaki insanların tamamı, başlarına ne geldiyse, biraz da
kendileri yolunu açıyor bunun. küçük jill mesela. onun kurban olması çok
dokunaklı. ama tavşan'ı cahil ve taşkafalı olmakla suçluyor, kibirle ona
tepeden bakıyordu. zenci arkadaşı ile birlikte onu eğiteceklerdi. bu felaketi
araya araya buldu, başına kendi elleriyle sardı.
bu bizi daha derin bir başka soruya götürüyor: insanların
kendi yaşamlarını mahvetmelerine seyirci kalmak ne kadar etiktir? kendini
mahvetmek konusunda azimli, kararlı bir insanı bu hedefinden vazgeçirebilir
miyiz? yani yıkım ve trajedi kaçınılmaz bir yazgı ise, bununla nafile yere
mücadele etmek yerine, yıkımdan önceki küçük muhteşemliklerin buruk zevkini
çıkararak boyun eğmek, akış içinde bir kibrit çöpü tevazuu ile cüzi irademizden
istifa etmek...
tavşan biraz böyle bir adam. ne varlığa seviniyor, ne
yokluğa yeriniyor. amerika denen koca çağlayanın onu savurduğu yerlerde
manzaraya bakabildiği kadar bakıyor. vietnam savaşıyla ilgili savunusu da
bundan. savaşın ve mahvoluşun kaçınılmaz bir görev olduğunu kabul etmiş.
birileri ölmeli. bu katliamın sorumluluğunu tarih onların sırtına yüklemiş. bu
biraz antik dönemin anaerkil inançlarına benziyor. toprağa düşen bir tohum
ölmeden yeni bir başak meydana gelmez. kadın kanamalıdır, ölmelidir ki yeni bir
hayat doğsun o cinayet mekanından. böylece ölüm, yaşamın ayrılmaz, zaruri bir
parçasıdır.
bu kabullenişle birlikte önünde yeni bir bilgelik alanı
açılıyor insanın. tavşan ancak bu haleti ruhiye ve ideolojik konumlanma ile
jill ile skeeter'ın aşağılayıcı cinsel münasebetinde sanatsal, belki de biraz
ilahi bir güzellik bulabiliyor.
ama, onun dünyasından çıkıp kendi gözlerimin arkasına
yerleştiğim zaman, olan bitenden pek memnun kalmadığımı ifade etmeliyim. neden
bu genç kız kurban edildi ve şeytan zenci sıyrıldı kaçtı? acaba bu yazarın
sinsi bir planı mıydı? cezalandırılmasını istediğimiz zenci şeytan sonunda hak ettiği
adaletle karşılaşmıyor. böylece bu yarım kalmışlık hali, bizde bir hınç olarak
devam ediyor. tavşan harry ve updike, beyazların işlediği suçları unutturarak,
aklımızda bir kötü zenci imgesiyle bizi bırakıyorlar. ambarın yanında, kararmış
ekinlerin içine doğru kaçan, keçi sakallı, ince bacaklı bir tecavüzcü,
manipülatör şeytan.
evet, çok derin analizlere müsait, nefis bir roman. ne yazık
ki yazarın üslubundan, ağır dil işçiliğinden, imgelerle patlayan atmosferinden
layıkıyla söz edemedim. belki daha sonra tekrar denerim.