4 Ekim 2021 Pazartesi

Tavşan Dibe Vurdu ya da Rabbit Redux, John Updike

Şimdilik şöyle dursun:


john updike'ın türkçede alef yayınevi tarafından tavşan dibe vurdu adıyla basılmış büyük romanı. tavşan serisinin ikinci romanıdır. ilk roman tavşan kaç da yine alef tarafından basılmıştı. iki kitabın da çevirmeni meram arvas. romanın sık sık şiire yakınsayan, çağrışımlı, derin ve zengin dilini çevirmekte meram hanımı gayet başarılı buldum. zor bir metnin altından kalkmış. kitabın ingilizcesini okumadım ama türkçede bana bir dil lezzeti yaşattı.

bir tek nokta var gözüme takılan: yunan tokmakçı stavros'a bir iki yerde yağ tulumu dediğini yazmış meram hanım. bu muhtemelen, amerikalıların meksikalı ve ortadoğulular için aşağılayıcı bir ifade olarak kullandıkları greaseball. o dönem bu yabancılar kafalarına bolca jöle çalarak başlarını parlak bir yağ topuna benzettikleri, bu da beyaz amerikalılara tamircilerin yağ silmek için kullanıp sonra da dertop ettiği üstüpü bezlerini anımsattığı için ortaya çıkmış argo bir laf. bunun türkçesi jöle kafa ya da pis ortadoğulu ya da devesiken gibi bir şey olabilirdi. çünkü stavros şişman bir adam değil. güzel, seksi bir vücudu var. kadınları da keklik gibi tek tek, kolayca avlıyor.

bu önemsiz ayrıntının üzerinden atladıktan sonra romana gelelim.

john updike faulkner kalibresinde bir yazar. o kadar dev olmasa da, ona yakın. faulkner'ı okumak çok daha zor. updike daha rahat içine girilebilen bir yazar. buna rağmen, faulkner türkiye'de hemen her kitap meraklısının evine girmişken updike'ın bu kadar az okunması, bilinmesi, çevrilmesi, beni üzdü. yani elbette ondan bir dan brown popülerliği beklemiyorum ama bir sürü antin kuntin, yarak kürek bunalım prensi ve prensesini, kendi vatandaşlarının bile ezici çoğunluğu daha onlardan haberdar olmamışken, belarus, polonya, norveç, peru, zart zurt ülkelerden bulup getirip yayınlayan, konuşan, hatta onlar için fan kulüpler kuran türk edebiyatı, neden updike'a bu kadar bigane kaldı? 

neyse, çemkirme session sona erdiğine göre biraz da romandan bahsedelim.

spoiler olabilir.

serinin ilk kitabında eski yıldız basketçi tavşan harry toplumun onu kapatmaya çalıştığı evlilik ve babalık kapanından koşarak kaçmış ama takati kesilince kürkçü dükkanına dönmüş idi. burada aradan on yıl geçmiş, harry bir matbaada mavi yaka olarak ömür tüketiyor ve nelson isimli mahdumu ve janice denen karısı ile duygusuz, donuk bir hayat sürüyor. harry'nin arkadaşı yok. iş çıkışı babasıyla iki bira içip eve dönüyor. genel olarak her şeye tepkisiz ama ara sıra çıkardığı dikenlerini bileyip hazırda tutmayı da ihmal etmemiş. ince laf sokuşturmalarla alanını muhafaza ediyor.

derken bir gün janice, başkasına kaçıyor ve tavşanın hayatında dev bir boşluk oluşuyor. bu boşluğa evden kaçmış bir hippie kız ile yarı deli, fanatik bir zenci yerleşince, karşımıza beyaz amerikanın içinde bir ur gibi aykırı ve tehlikeli bir ev çıkıyor. adeta bir şer odağı, mahalleyi tehdit eden bir yuvalanma.

bişiyler bişiyler oluyor, genellikle kötü şeyler ve sonra daha da kötü bir şeyler. neticede çark dönmeye devam ediyor.

tavşan çok özel bir karakter. en büyük özelliği direnmemesi. dervişane bir tarafı var. başına gelenlere uyum sağlıyor. çok güçlü kanaatleri ve inançları olmadığı için, özdeğerini yüzeysel şeylerle kurmadığı için, karşısına çıkan tuhaf insanların onu etkilemesine izin veriyor. iyi ve kötü hakkında, ahlaki aksiyon hakkında gevşek bir duruşu var. bu nedenle bağıra bağıra gelmekte olan trajediyi önlemek için bir şey yapmıyor ama tüm suçu da ona atamıyorum. romandaki insanların tamamı, başlarına ne geldiyse, biraz da kendileri yolunu açıyor bunun. küçük jill mesela. onun kurban olması çok dokunaklı. ama tavşan'ı cahil ve taşkafalı olmakla suçluyor, kibirle ona tepeden bakıyordu. zenci arkadaşı ile birlikte onu eğiteceklerdi. bu felaketi araya araya buldu, başına kendi elleriyle sardı.

bu bizi daha derin bir başka soruya götürüyor: insanların kendi yaşamlarını mahvetmelerine seyirci kalmak ne kadar etiktir? kendini mahvetmek konusunda azimli, kararlı bir insanı bu hedefinden vazgeçirebilir miyiz? yani yıkım ve trajedi kaçınılmaz bir yazgı ise, bununla nafile yere mücadele etmek yerine, yıkımdan önceki küçük muhteşemliklerin buruk zevkini çıkararak boyun eğmek, akış içinde bir kibrit çöpü tevazuu ile cüzi irademizden istifa etmek...

tavşan biraz böyle bir adam. ne varlığa seviniyor, ne yokluğa yeriniyor. amerika denen koca çağlayanın onu savurduğu yerlerde manzaraya bakabildiği kadar bakıyor. vietnam savaşıyla ilgili savunusu da bundan. savaşın ve mahvoluşun kaçınılmaz bir görev olduğunu kabul etmiş. birileri ölmeli. bu katliamın sorumluluğunu tarih onların sırtına yüklemiş. bu biraz antik dönemin anaerkil inançlarına benziyor. toprağa düşen bir tohum ölmeden yeni bir başak meydana gelmez. kadın kanamalıdır, ölmelidir ki yeni bir hayat doğsun o cinayet mekanından. böylece ölüm, yaşamın ayrılmaz, zaruri bir parçasıdır.

bu kabullenişle birlikte önünde yeni bir bilgelik alanı açılıyor insanın. tavşan ancak bu haleti ruhiye ve ideolojik konumlanma ile jill ile skeeter'ın aşağılayıcı cinsel münasebetinde sanatsal, belki de biraz ilahi bir güzellik bulabiliyor.

ama, onun dünyasından çıkıp kendi gözlerimin arkasına yerleştiğim zaman, olan bitenden pek memnun kalmadığımı ifade etmeliyim. neden bu genç kız kurban edildi ve şeytan zenci sıyrıldı kaçtı? acaba bu yazarın sinsi bir planı mıydı? cezalandırılmasını istediğimiz zenci şeytan sonunda hak ettiği adaletle karşılaşmıyor. böylece bu yarım kalmışlık hali, bizde bir hınç olarak devam ediyor. tavşan harry ve updike, beyazların işlediği suçları unutturarak, aklımızda bir kötü zenci imgesiyle bizi bırakıyorlar. ambarın yanında, kararmış ekinlerin içine doğru kaçan, keçi sakallı, ince bacaklı bir tecavüzcü, manipülatör şeytan.

evet, çok derin analizlere müsait, nefis bir roman. ne yazık ki yazarın üslubundan, ağır dil işçiliğinden, imgelerle patlayan atmosferinden layıkıyla söz edemedim. belki daha sonra tekrar denerim.