15 Ocak 2014 Çarşamba

Sarduvan - Faik Baysal

Sarduvan, Faik Baysal'dan okuduğum ilk roman. Adapazarı'nda yaşadığım için ve Necati Mert'ten çeşitli vesilelerle adını duyduğum için bir süredir merak ediyordum bu kitabı. Buraya ilk geldiğim zaman beş ay kadar ben de Serdivan'da yaşamıştım.

Faik Baysal eski söyleyişiyle, Sarduvan adını tercih etmiş. Kitabı yazdığında 19 yaşındaymış. Kitap arkası yorumlarda hep bir marifetmiş gibi belirtilen bu hususun dezantajlarını da görmemek mümkün değil. Gençliğin verdiği ölçüsüzlük roman boyunca görülüyor, romanı da açıkçası mahvediyor.

Elbette o yaşta bir çocuk için çok başarılı bir roman. Yazar kendini geliştirdi ise sonraki olgunluk çağı romanları çok daha başarılı olmalı. Ama nedense bundan şüphe ediyorum. Yıllar sonra ele aldığı romana yazdığı önsözden Faik Baysal'ın pek ilerleyemediği sonucunu çıkarıyorum.

Önce roman: Kavruk denilen kimsesiz bir garibanın ağzından anlatılıyor hikaye. Eski bir Rum köyü olan fakat şimdi Türklerin yaşadığı yoksul Sarduvan'a altın bulmak için gelir Kavruk, bulamaz, onun bunun yanında çalışır, aldatılır. Emeği sömürülür, aşağılanır, hırsızlıkla suçlanır, dayak yer, aşağılanır. Berbat bir yerdir Sarduvan. Burada herkes aşağılık, iki yüzlü, hırsız ve ahlaksızdır. Kadınlar kocalarını aldatır, kocaları eşek becerir, imam yoksulları soyar, çocuklar büyüklere söver, büyükler küçükleri döver. Kısacası çok şenlikli bir yerdir. Fakat bir yandan herkesin ağzında bir Allah lafı, ara sıra kadının birini "orospu" diyerek taşlar, öldürürler. Muhtar seçerler, muhtar başlarına derebeyi kesilir. Hep zulüm, hep yoksulluk, kapkara bir dünya. Burada bazı kendisi gibi garibanlarla karşılaşır Kavruk, onlarla dost olur, fakat bu dostları da, dostlukları da aynı derecede dejeneredir. Pislik herkese bulanmıştır. En az çirkef olan Kavruk bize bir ahlak timsali gibi gösterilir.

Roman çok ilerlemeden tekrarlara düşüyor, olaylar bulanıklaşıyor, zaten gevşek olan olay örgüsü iyice dağılıyor, zaman mekan düzlemi alt üst oluyor. Kafka gibi bir soyut aleme taşınır gibi olan hikaye ne yazık ki onun felsefi derinliğinden de, oya gibi işlenen dilinden de mahrum. Tüm karakterler aynı şekilde konuşuyor, hep aynı şeylerden şikayet edip duruyorlar. Hayat kötü, ağalar paşalar yiyor, biz açız, biz ölüyüz be, karı olsa şimdi, en azından bir eşek olsa, oh oh, ekmek mi çalsak vs. vs.

Son derece sığ ve basmakalıp bir düzen eleştirisi, Faik Baysal gerçekçiliğinden ödün verip romanın eksenini diğer köy romanları gibi ahlaklı köylü -ahlaksız ağa çatışmasına oturtamadığından anlam oluşmuyor, vızıldayıp ölüyor.O kadar bile bir yapı geliştiremiyor roman.

Gerçekçiliği açalım: Faik Baysal bu romanı basmakalıp aşk sahnelerinden ibaret gördüğü dönemin edebiyatının suratına bir tokat gibi çarpmak için yazmış. Bu nedenle, tabi ergen aşırılığıyla da, çektiği fotoğrafın renklerini ayarlarken tonları en koyuya dayamış. Fotoğraf bulanık, çamur gibi bir şey olmuş. Bu ne demek? Yani Kavruk da, Bulama da pis, iradesiz, tembel, kötülüğe meyilli kişiler. Aynı şekilde gardiyan Keko da, kasap Rahmet de içlerinde iyi parçalar taşıyan kişiler. Sanırım Baysal aslında insanların iyi olduğunu, onları yozlaştıranın içinde bulundukları toplum düzeni olduğunu söylemek istemiş. Ama olmamış, olamamış.

Önsöz'de diyor ki: "Ben bu romanı on dokuz yaşında, İkinci Dünya Savaşı sırasında, karakollar bir yana muhtarlıkların önünden geçmeye korktuğumuz, devlet yönetiminde bulunanları eleştirirken evlerimizde bile sesimizi kıstığımız tek parti döneminde yazdım."

Evet gerçekten zor bir dönem. Bu ortamda bir oyunbozan olarak ortaya çıkıp "köylüler yoksul ve bu onları ahlaksızlaştırıyor" demek zor.

Fakat: "En son başvurduğum büyük bir yayınevinin sahibi romanı incelemeye bıraktıktan on beş gün sonra kendisine gittiğimde beni korka korka odasına aldı ve pis bir şey koklamış gibi burnunu tıkaya tıkaya kitabımı okuduğunu, kendinden iğrendiğini, sonra yalın bir dille anlattığım insanlara yavaş yavaş ısındığını, içine biraz parfüm ve bir avuç İstanbul kadını serpersem bazı bölümlerini çıkarmam koşuluyla romanımı basabileceğini söyledi." dediğinde buna inanmak da mümkün değil.

Böyle bir şeye nasıl inanalım? Baysal çok söylenen, çok da yutulan bir yalana başvurmuş bana göre. Edebiyatı Büyükada aşk sahneleri, klişe Boğaziçi gezileri basmış olabilir. Onlara karşı çıkmak adına yazdığın şey mutlaka iyi olmak zorunda değildir. Pislik dolu bir romana, pislik dolu diyen bir burjuva bile olsa, adamın namussuzluğu kötü dediği şeyi iyi yapmaz. Hele böyle bir romanın içine parfüm ve İstanbul kadını serpilebileceğini düşünmek tam bir akılsızlık. Kurutulmuş tuzlu balığın üstüne çikolata parçaları atmaya benziyor bu. Buradan tatlı çıkacağını iddia etmek alıklık değil de ne? Bunu düşünen ve teklif eden biri olabileceğini ileri sürmek de bilmiyorum artık ne? Baysal bize diyor ki, bakın para babaları bana sanatımı satmamı teklif ettiler ama ben gerçeklerden yana kaldım, kendimi satmadım. Bilmem inandırıcı mı? Diyelim ki gerçek, böyle bir teklif yapıldı ve Baysal bunu reddetti. Bu bir şeyi değiştirmez ki. İçi parfüm ve İstanbul kadını dolu pek çok roman, roman sanatı açısından Sarduvan'dan üstündür. Toplumsal olarak doğru tarafta olmak iyi eser vermeye yetmez.

Kötümser köy romanı okuduğumda aklıma Kemal Tahir'in gelmesi kaçınılmaz. Hemen onunla kıyasladım ve bu romandan böyle nefret ettiğim halde, bazı unsurlarıyla benzediği Kemal Tahir romanlarını neden seviyorum diye düşündüm. Çünkü olay örgüsünde dağınıklık, böyle devasa boyutlarda olmasa da Tahir'de de var. Onun romanlarında da köydeki herkes herkesi becermeye çalışıyor, ahlaksızlık her açıdan diz boyu.

Sanırım bunlara karşın aradaki farkın ilk nedeni dil. Kemal Tahir'in dili akıp gidiyor, şakalı, ezgili, doğal, yerli. Çok lezzetli. Baysal'ın dili ise diyaloglarda ve bazı kısımlarda oldukça doğal olmasına rağmen genellikle bilerek acılaştırılmış, sertleştirilmek istenirken yapmacıklaştırılmış bir dil. Akmıyor. Tekrarlı. Sıkıcı. Kötü şiirsellikle lekeli. Jack London ve Gorki'nin kötü kopyası gibi. Gorki'nin geniş bakışından, olgunluğundan, bilgeliğinden mahrum. Jack London'ın dinamizm ve pırıltılı yaşam coşkusu da yok. İnsanın yaşam iradesiyle zorlukları yıkıp çıktığı bir hikaye değil bu, ezilmiş, solucanlaşmış, ilkelerini, ahlakını, değerlerini kaybetmiş, hayvanlaşmış insanların anlatıldığı, daha doğrusu gevelendiği bir hikaye. Gerçekçiliği batının yabancılaşmış entellerinden öğrenmiş gibi Baysal. Tahir o kadar pisliğe rağmen toplumundan nefret etmiyor. Baysal ise, sanırım 19 yaşında olmasının da etkisiyle, nefret dolu. Kemal Tahir köydeki iktidar düzenini incelemiş, açıklamış. Muhtarın, imamın, ağanın kasabayla ilişkileri, bunun ekonomik yapısı, dilekçeciler üzerinden siyasetle, hukukla ilişkileri güzel anlatılmış. Ayrıca tarihsellik var. Dönemden döneme değişen renkler, yeni oyuncular, yeni kavramlar gösteriliyor. Hikayesiyle arasında mesafe var. Baysal ise karakterleriyle hemen özdeşleşiveriyor, havada asılı bir yeri anlatıyor. İktidar eleştirisi sövgü düzeyinde. Onun işleyişine dair bir tahlil yok. Yetersiz. Cahil karakterlerin cahilce laflarından ibaret. Cahil fakat iyi insanların iyiliğini övmeye eyvallah fakat cahilliğini övmek yanlış. Bu da cahillik.

Bunca ağır eleştiriler yazmamım nedeni biraz da Baysal'ın romanıyla ilgili alıntıladığı övgüler. Birisi çıkıp insanını seven Baysal okusun demiş. Neden? Onlardan nefret etmek için mi? Akıl alır gibi değil. Birisi çıkıp şikayet etmiş, Serdivanlılar neden bu romanı okumuyor? Rahmetliye sövmek için mi okusunlar? Neden okusunlar?

Kimse de romanın gereksiz uzunluğunu, iyi bir budamaya ihtiyacı olduğunu, içeriğindeki yoğun insanlık nefretinden bir insanlık sevgisi çıkmayacağını, gerçekçilik adına kara renkleri vurgulamaya çalışırken bulamaç gibi, çamur gibi bir şeye döndüğünü, bunun da en az romantik zırvalar kadar gerçeğe aykırı düştüğünü söylememiş. Demek ki bu ülkede ideolojik konum, yandaşlık, zihinleri felç ediyor.

Belki ben de aşırı yerdim kitabı, bilemiyorum. En azından romanda başarılı bulduğum hususları söyleyerek kapatayım: En başta mekan ve insanlar ilginç. Sapıklar ilginç sapıklar. Burunsuz kadın ve alçak kocasının Kavruk'u kandırmak için döktükleri diller, kurgusal olarak bir kumpasın ince ince kurulmasını anlatması açısından çok başarılı. Bizim insanımızın diliyle adım adım örülen bir aldatmaca belgeseli gibi. Orayı beğendim. Yalnız orası bırakılarak bir uzun hikaye gibi anlatılsa imiş, edebi olarak daha derli toplu ve parlak olabilirmiş. Fakat sonradan Meram Ağa parlak bir kötü olmaktan çıkıp Kavruk'un ve Baysal'ın ağzında sakız olan bir sayıklamaya, bir can sıkıntısına, bir sahtekarlığa dönüşüyor. Maalesef.